Bir aslan ve iki yavrusu. Yavrular daha beş aylık. Sabah sabah bir ‘impala’yı çıtır çıtır yemeye koyulmuşlar. Yerken hep birlikte gurultular, tuhaf sesler çıkarıyorlar. Orman kanunu! Doğada var olmanın vahşi kavgasını her adımda görmek mümkün bu topraklarda...
Zınk bir kazık fren daha... Sesimiz kesiliyor. Leopar geçiyor önümüzden salına salına... Nasıl da kendinden emin yürüyor. Birazdan nefesler yine tutuluyor. Bu kez, çalılıkların içinde üç aslan birden. Yeniden bir "sessizlik" talimatı geliyor. İşaret edilen tarafa bakıyoruz: Aslan kral!
Memlekete dönme vakti geldi çattı. Son akşam kumların üstünde, hayvanları uzak tutmak için yakılan ateşin başında Ayşe, Defne, Nurdan ve Hanife’yle sohbet ediyoruz. Bayram tatilini epeyce uzattık. Ama siyah Afrika’yı, cana yakın insanlarıyla, doğasıyla, havasıyla çok sevdik.
STANLEY’S CAMP,
Maun, Botswana
İlk kitabım Tank Sesiyle Uyanmak’ın yayımlandığı yıllardı. Cumhuriyet’te genel yayın yönetmeniydim.
Sendikayla çıkan toplu sözleşme uyuşmazlığı gazete içinde rahatsızlık yaratmış, gazeteci milletinin düzenlediği protesto eyleminde atılan slogan benim odamda da çınlamıştı:
“Hasan Cemal hep tank sesiyle uyanacak değil ya, biraz da işçi sesiyle uyansın!”
Sabahın köründe kuş ve hayvan sesleriyle uyanınca anımsadım bunu...
Ortalık yeni ağırıyordu.
Beş buçukta kapımız tık tık vuruldu.
Dışarı çıktım.
Çadırımızın önündeki tahta terasta, termos içinde mis gibi kokan sımsıcak kahve ve taze kurabiye beni bekliyordu.
Ahşap koltuğa oturdum.
Kuş cıvıltılarıyla, hayvanların birbirini boğazlar gibi çıkardıkları tuhaf sesler birbirine karışıyordu.
Kocaman bir ağacın dalları altında, tahtadan bir platformun üstüne kurulu çadırımızın üstüne bütün gece pıtır pıtır yağan yağmur ise benim bayıldığım ot kokularını biraz daha bayıltıcı hale getirmişti.
Güneş usul usul yükseldikçe, karşımda uzanan dümdüz topraklar, tek tük yeşil ağaçların kestiği savanalar sürekli renk değiştiriyordu.
Nazım Hikmet’in romanının adıydı:
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim.
1960’larda, ilk gençliğimizde elden ele dolaşırdı
Evet öyle, yaşamak güzel şey.
Cep telefonlarının çalışmadığı, sadece zayıf bir internet bağlantısıyla dış dünyaya dönük iletişimin sağlanabildiği Stanley’s Camp’de hayat sabah erken başlıyor.
Uyanma saat beş buçukta.
Kahvaltı altıda.
Safari altı buçukta.
Daha geçe kalınırsa, hayvanları yakalamak zorlaşıyordu çünkü...
Bu arada çadırımızla ilgili tedirgin edici bazı ayrıntılar da yok değil. Yatarken, kalkarken, giyinirken dikkat etmemiz gereken bir konu vardı:
Terliklerimizi, ayakkabılarımızı giymeden ters çevirip şöyle bir sallamak...
Yatağımıza girmeden yorganı şöyle bir kaldırıp altına bakmak...
Benzer bir operasyonu yastığın altı için de yapmak...
Çadırlarımız alelade değildi, konforluydu ama, yine de bu gibi tedirginlik verici bazı ince noktalara dikkat edilmesi gerekiyordu.
Sabah serinliği.
Çok hafif yağmur çişeliyor.
Arkası açık, sekiz kişilik Land Cruiser marka safari jipimizle koyulduk yola...
Hoplaya zıplaya gidiyoruz.
Bir kum, bir çamur, bir su birikintisi, hiç engel tanımadan gazlıyor Ali.
Derin su birikintisine dalınca da, uyarıyor ayaklarımızı havaya kaldırmamız için. Zira, yanlardan jipin içine giren su bir tur attıktan sonra, jipin sallantısında tekrar dışarı taşıyor.
En arkada, en üst sırada oturan bir kişi daha var, otların arasında herhangi bir kıpırdama var mı, yok mu diye etrafı dürbün gibi gözleyen...
Simsiyah ‘buffalo’lar, sırtlarında beyaz kuşlarla kayıtsız kayıtsız otluyor.
Yaban domuzları...
Koca kafaları, kısa boynuzları, beyaz bıyıklarıyla bıdı bıdı koşturuyorlar.
Ağaçların en tepesindeki yeşil yaprakları hiç durmaksızın yiyen kuleler gibi, ağır aksak zürafalar...
Sempatik zebralar...
Zarif, çıtır impalalar...
Antiloplar, antilop irisi at gibi kudular...
Filler...
Safari tatilinin onuncu günü, artık hiçbiri kesmiyor bizi. Gönlümüzde aslan yatıyor, leopar yatıyor.
Kuşluk vakti bir yerde duruyoruz.
Küçükten bir demir masa açılıyor. Kahve, çay, kurabiye, sandviç... Artıklar, küçük kese kâğıtlarının içine konuluyor.
Tekrar yola koyuluyoruz, ağaçların, çalılıkların arasındaki heyecanlı tedirgin yolculuğumuza...
Soruyorum:
“Çalılık tuvaleti mümkün mü?”
Zınk fren!
Arkadaki iniyor, çalılığın arkasını kolaçan ediyor, "Ok" deyince de, kısa bir süre kayboluyorum ihtiyaç molası için...
“Sessizlik, konuşmayın!”
Eliyle çalılığın dibini işaret ediyor.
Bir aslan ve iki yavrusu.
Yavrular daha beş aylık.
Patileri ne de büyük...
Sabah sabah bir ‘impala’yı çıtır çıtır yemeye koyulmuşlar.
Kimseye aldırdıkları yok.
Yerken hep birlikte tuhaf sesler, gurultular çıkıyor anayla yavrularından...
Orman kanunu!
Doğada ayakta kalmanın, belki daha doğru deyişle var olmanın acımasızlığını, korkunç ya da vahşi kavgasını her adımda görmek mümkün bu topraklarda...
Aslanların neredeyse burunlarının dibine geliyoruz, ama dünya umurlarında değil.
İştahla yemeyi sürdürüyorlar.
Nefeslerimizi tutup seyrediyoruz.
Yalanmaya başlıyorlar.
Anlaşılan o ki, bu kadarcık kahvaltı onları kesmiyor.
Yeni bir av için buffalo sürüsünün oraya doğru yüksek otların arasında yitip gidiyorlar.
Bir süre sonra...
Zınk bir kazık fren daha...
Sesimiz kesiliyor:
Leopar geçiyor önümüzden salına salına...
Benekleriyle, havasıyla nasıl da kendinden emin yürüyor.
Ne kadar güzel bir hayvan!
Ali, jipi etrafta dolandırarak leoparla iki kez daha karşılaşmamızı sağlıyor.
Tepemizde simsiyah, kocaman bir kuş uçuşuyor, büyük, geniş daireler çizerek.
Kartal mı?
Akbaba mı?
Nedir bilemiyoruz.
Ama ne kadar büyük, kanatları ne kadar geniş simsiyah bir kuş...
Fren yapıyor Ali:
“Kumun üstündeki izlerinden belli. Gece vakti buradan bir su aygırı geçmiş, şanslıysak rastlarız.”
Bir zürafanın üstünde iki kuş geziniyor. Ağacın en tepesindeki yeşil filizleri yemekle meşgul zürafanın aldırdığı yok.
“Aldırmaz, zira o kuşlar sayesinde vücuduna musallat olan kenelerden kurtulur.”
“İleride otlar kıpırdıyor, aman konuşmayın, ses etmeyin!”
Nefesler yine tutuluyor.
Dikkat kesiliyoruz.
Bu kez, çalılıkların içinde üç aslan birden. Sabah keyfi yapıyorlar.
Çok yakınız.
Ben daha iyi fotoğraf çekmek için yerimden biraz daha doğrulayım derken, şortum bir yere takılıyor, kımıldayamıyorum.
Kıpırdadıkça daha sıkışıyorum.
Gülme tutuyor.
Jipte el kol hareketleriyle, mimik ve jestlerle susmam ve hiç hareket etmemem için üstüste uyarı alıyorum.
Üç aslan otların arasından çıkıp yürüyüşe geçiyor. Ben yerimde debelenirken, bu sefer balçık çamura saplanan bizim jip de debelenmeye başlıyor.
Bu sefer hep birlikte kıkırdarken, Ali’den yeni bir sessizlik talimatı geliyor. Eliyle işaret ettiği tarafa bakıyoruz:
Aslan kral!
Gerçekten öyle.
Önümüzden öylesine heybetli, öylesine buralar benden sorulur havasında, öylesine kendinden emin geçip gidiyor ki...
Memlekete dönme vakti geldi çattı.
Son akşam kumların üstünde, hayvanları uzak tutmak için yakılan ateşin başında Ayşe, Defne, Nurdan ve Hanife’yle sohbet ediyoruz.
Bayram tatilini epeyce uzattık.
12 gün.
Ama siyah Afrika’yı gerçekten sevdik. Cana yakın insanlarıyla, doğasıyla, havasıyla gerçekten çok sevdik.
Johannesburg havalimanında bir kitap elime geçti. Buralarda uzun yıllar gazetecilik yapmış, riskli konuları izlemiş meslektaşımın yazdığı bir kitap.
Adı ilginç:
Dances with Devils!
Türkçesi, Şeytanla Dans. Gazeteciyi ‘şeytanla dans eden kişi’ diye tarif ediyor. Girişine de, bir zamanlar gazetecilikten romancılığa geçmiş Amerikalı Norman Mailler’in bir sözünü koymuş:
“Eğer bir romancı olacak kadar yetenekli değilse, bir avukat olacak kadar akıllı değilse, eğer elleri ameliyat yapamayacak kadar titrekse, o kişi gazeteci olur.”
Twitter: @HSNCML