Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başı “kuvvetler ayrılığı” prensibi ile hiç hoş değil.
Niye bunu bu kadar kafasına takıyor, bir muamma!
Çünkü Türkiye’de gerçek anlamda bir güçler ayrılığı zaten yok.
Parlamento emrinde. Canı hangi kanunu isterse o kanunu çıkarttırabilir.
Cumhurbaşkanı, partisinin genel başkanlığını yürüttüğü ve iki seçim birlikte yapıldığı sürece de bu tablo değişmeyecek. Recep Tayyip Erdoğan olsa da böyle, olmasa da.
Yargının durumu malum. Yüksek yargıçlar bizzat Cumhurbaşkanı tayin ediyor. Yargıç ve savcıların bağlı olduğu HSK’nın kontrolü de başkanın elinde.
Daha ne istiyor, anlayabilmek mümkün değil gerçekten.
Dün de Adli Yıl açılışında konuyu buraya getirdi.
Şöyle konuştu:
“Örneğin ABD'de seçimle gelen başkan yardımcısı aynı zamanda senato ve kongrenin başkanıdır. Görüldüğü gibi ABD'deki bu durum kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olarak anlaşılmamaktadır. Bu çerçevedeki en son ve çarpıcı örneklerden biri de İngiltere'de yaşanıyor. Kraliçe halkın iradesi olan halk oylaması sonuçlarını uygulanmasını sağlanması için Başbakanın önerisiyle parlamentoyu bir ay süreyle askıya aldı. İngiliz demokrasisi halk oylaması sonuçlarını hayata geçirmek üzere kendi içinde kuvvetler ayrılığı ilkesini bu şekilde yorumlayarak tıkanan sistemi açma yoluna gitti.”
Başkan Yardımcıları meselesine aşağıdaki ikinci yazıda değineceğim.
Kraliçe – Parlamento – Yürütme ilişkisine bakalım önce.
Birleşik Krallık’ta yazılı bir Anayasa yok. Uygulamalar zaman içinde gelişiyor, her uygulama tarihsel bir süreç içinde oluşup, olgunlaşıyor.
Onun için bizim gecekondu Anayasamızla kıyaslanabilecek bir şey değil.
Belli ki parlamentoyu askıya alabilmek fikri Cumhurbaşkanı’nın çok hoşuna gitmiş.
Gerçi bir ay sonra parlamento yine açılacak ama Erdoğan bu tür ayrıntılarla uğraşmaz, “resmin bütününe bakar.”
“Niye bu fikir Anayasa değişirken aklımıza gelmedi” diye hayıflanıyor, muhtemelen gece de bu nedenle Burhan Kuzu’ya filan da fırçayı bastı!
Erdoğan’ın huyu böyle.
“Madem bu İngiliz sistemini beğendiniz, gelin Türkiye’deki her şeyi İngilizler gibi yapalım” desek itiraz eder ama!
Mesela Kraliçe’nin resmini bir donun üzerine basıp, satabilirim, kimse de bir şey yapamaz.
Burada Recep Tayyip Erdoğan’a “gözünün üstünde kaşın var” desek, doğru kodese!
Mesela Birleşik Krallık’da bir belediye başkanını görevden almak ve yerine bir devlet memurunu tayin etmek, hükümetin aklından bile geçemez.
Muhalefet partileri el ele verip, Erdoğan’ın bu isteğini yerine getirecek Anayasa değişikliğini yapmaya yardım etmeli.
Bir tek şartla: İngiltere’de ne varsa, burada da olacak!
Bunun gerçekleşme olasılığı bile Erdoğan’ın kabuslar görmesine neden olur, onu da belirteyim.
***
Recep Tayyip Erdoğan’a, Amerikan Başkan Yardımcıları örneğini kim verdi, merak ettim.
Amerikan Başkan Yardımcılarının görevleri ve ne işe yaradıkları meselesi, Amerikan siyasal mizahının önemli konularından biridir.
“Başkan Yardımcısı ne iş yapar” sorusunun en iyi yanıtı “Başkan’ın ölmesini bekler”dir çünkü.
Eski Başkanlardan Woodrow Wilson’ın yardımcısı Thomas Marshall’ın bununla ilgili bir esprisi de var:
“Bir zamanlar iki kardeş vardı. Biri geri dönmemek üzere denizlere açıldı, diğeri başkan yardımcısı seçildi. İkisinden de bir daha haber alınamadı.”
Baba George Bush, iki dönem Reagan’ın Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuştu.
Bu süre içinde daha çok yabancı devlet adamlarının cenazelerine katılmıştı. “Başkan yardımcısı ne iş yapar” diye soranlara verdiği şu yanıt çok meşhurdur:
“Bu görevde bir çok ölü liderle tanışma şansınız var. Buna sessiz diplomasi deniyor.”
Kısacası Başkan Yardımcısı, Amerikan sisteminde, Başkan’ın ölümü ya da her hangi bir nedenle iş göremez hale gelmesi halinde yerine geçmek dışında bir göreve sahip değildir.
Anayasa’ya göre Senato’nun başkanıdır ama 100 sandalyeli senatonun çalışması, gündeminin belirlenmesi, oturumlarının yönetilmesi, oylamaları ile ilgili her hangi bir yetkiye de sahip değildir.
Sahip olduğu tek yetki, oylamaların 50 – 50 eşit çıkması halinde, kararın çıkmasını sağlayacak “altın oyu” kullanabilmesidir.
Bu da yüzyıllar içinde çok ender gerçekleşen bir durum ve gerçek bir yetkiye karşılık gelmiyor.
Bu aklı Erdoğan’a kim verdiyse, dersini iyi çalışmamış olmalı.
Ya da Erdoğan’ı bilgisizce konuşan bir lider konumuna düşürmek isteyen bir kripto var Saray’da, ben söylemiş olayım.
***
Yeni Adli yılın açılış töreninin, yürütme organının başının “himayesinde” ve onun çalışma makamında yapılmasını protesto eden birçok Baro, törene katılmadı.
Tabii bu Recep Tayyip Erdoğan’ın içindeki demokrasi ateşini, harlayan bir etki yarattı ve şöyle konuşmasın yol açtı:
“Önümüzdeki dönemde ilk çözmemiz gereken meselenin barolar başta olmak üzere tüm meslek teşekküllerinin seçim yöntemlerinin temsili demokrasiye uygun hale getirilmesi olduğuna da inanıyorum.”
Gördüğünüz gibi Türkiye demokrasisinin en birinci çözülmesi lazım gelen problemi buymuş.
Erdoğan’ın bu sözlerini, günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz:
“Meslek kuruluşlarında ve barolardaki seçimleri bizim partililer hep kaybediyor, bir yolunu bulup, bizimkilerin kazanmasını sağlayacağız!”
Gördüğünüz gibi Erdoğan, “temsili demokrasi” fikrinin yılmaz bir savunucusu.
Ama sadece meslek kuruluşları ve barolarda!
TBMM seçimlerinde böyle bir “demokratik temsil meselesi” umurunda değil.
Eğer temsili demokrasiyi gerçekten önemsiyor olsaydı, seçim barajının yüzde 10’da takılıp kalmasına da karşı çıkardı.
Ama buna bir itirazı yok. Barajın 3 – 5 gibi bir rakama bile indirilmesine razı değil.
Bunu geçtim, Saray’da gizli bir çalışma yürütüldüğü haberleri yayılıyor.
Buna göre, dar bölge seçim sistemine geçilecek ve seçim bölgeleri AKP adaylarının mutlaka kazanacakları şekilde belirlenerek, muhalefet partilerinin parlamentoya hakim olmaları önlenebilsin.
Onun için kusura bakmasın ama “temsili demokrasi” kavramı, kendisine pek yakışmıyor.