Zaten hayatı dikiz aynasından algılayan bir toplumduk. Şimdi de ülke içinde etnik ve dini motivasyonlu silahlı aşırılıkla mücadele, terör eylemleri, bölgesel anlamda Suriye ve Irak’taki çatışmalar ve küresel anlamda ABD ile Rusya arasındaki güç mücadelesini hemen yanı başımızda hissediyor olmamız nedeniyle ‘sonsuz şimdi'nin içine hapsolduk. Geçmişteki gül yabanileri dikizlemekten ve ‘andaki’ sorunlarla güreşmekten yorulanlar için bu yazım. Geçmiş karanlık, an da kasvetli olunca aslında tartışmayı geleceğe taşımak isteyen naçizane bir not bu yazı.
Pek çok kişiye göre gelecek çoktan geldi çünkü içinde bulunduğumuz an, insanlık tarihi içinde hayatta olmak için en iyi zaman. Son yüz yıldır sürekli hale gelen bir değişim temposu ile günümüzde; dünyamız hiç olmadığı kadar refah içinde, hiç olmadığı kadar barış ve huzur dolu ve fırsatlar yönünden hiç olmadığı kadar zengin. Örneğin; ortalama bir kişi, bir yüzyıl öncekinden yaklaşık sekiz kat daha zengin,[i] tüm yer kürede son yirmi yıl içerisinde neredeyse bir milyar kişi aşırı fakirlikten çıkartılmış, yaşam standartları neredeyse 5 kat yükselmiş, ortalama yaşam süresi yaklaşık 20 yıl artmış, bir dünya savaşı ihtimali yarı yarıya, bölgesel bir savaş ihtimali üçte bir oranında azalmış, insanlık daha önce şahit olmadığı şekilde genetik şifreleri çözme ve evrenin kilidini açma çabasına girişmiş. Artık dünya küçülerek bir “köy” metaforu ile tanımlanır olmuş, bugünkü malların hemen hemen tamamı, sermaye ve işgücünün büyük bir bölümü küresel anlamda “mobil” hale gelmiş. O zaman artık dünyamızın işlevsel olarak daha küçük olduğunu ve imkanlarının daha önce olmadığı kadar parlak, yer kürenin hiç olmadığı kadar fırsat dolu hale geldiğini söylemek mümkün. Bu ifadeler ışığında daha güzel bir geleceğin bizi ve çocuklarımızı beklediğini söyleyebiliriz. Ama acaba bu iyimser tablo ne kadar gerçeği yansıtmakta?
Geldiğimiz nokta itibarı ile “küreselleşme” denen olgunun ilk anlardaki büyüleyici etkisinden kurtulmuş bulunmaktayız. Artık gelecek yıllar bizlere çeşitli fırsatlar sunarken, önümüzdeki yılların aynı zamanda yüksek derecede belirsiz ve artan sistemik riskler ile dolu olduğunu görmekteyiz.
Soğuk Savaş'ın sona ermesini takip eden 20 yılda uluslararası sistem, süratle küreselleşen bir ortamda değişti. Değişimin yönünü ve eğilimlerini sadece güç ilişkilerinin klasik anlamda yeniden şekillenmesine bakarak anlamamız mümkün gözükmüyor. “Tek kutuplu- çok kutuplu” gibi kavramları kullanarak ne değişimin niteliğini ne de olağanüstü dinamiğini idrak edebiliriz. Sistemik değişimin meydana geldiği küreselleşen ortamda ilişkiler ve etkileşimler çok çeşitli şekillerde oluşmakta, devletlerin yanında devlet olmayan değişik aktörler dünya siyasetinde ve ekonomisinde etkili roller üstlenmekte ve devletlerde dış politika-iç siyaset ayırımı geçerliğini kaybetmektedir. Küreselleşen dünyada değişen uluslararası sistemin özelliklerini anlamak için önce ortamı, yani küreselleşmeyi irdelemek gerekli gözüküyor.
Küreselleşme, en basit şekilde, dünya çapındaki irtibatlanmaların (ya da birbirine bağlanmaların) genişlemesi, derinleşmesi ve hızlanması olarak tanımlanabilir. Küreselleşme olgusuna ülkemizdeki yaklaşımları üç ayrı kategoride toplamak mümkün:
Küreselleşme iyimserleri: Bu yaklaşımdakilere göre; küreselleşme, günümüz sorunlarının nasıl çözüleceği üzerine küresel düzeyde ortak bir anlayış ve uzlaşı kültürü geliştirilmesini sağlayacak, küreselleşme süreci ise “büyük bir gelenek ve kültür homojenizasyonu” ile sonuçlanacaktı. Küreselleşme, son 200 yıla damgasını vuran bir siyasi sistem olarak egemen ulus-devleti ortadan kaldıracak, bireysel hak ve özgürlükleri güçlendirecek, ekonomik ve siyasal karşılıklı bağımlılığı arttıracak, demokrasiyi güçlendirerek ve devlet-dışı aktörleri daha etkin hale getirecektir. Küreselleşme, bu sayede “dünya vatandaşlığı” kavramını güçlendirecek, küresel barış ve refah ortamına bizi taşıyacak. O halde küreselleşmenin tüm sonuçları iyidir. Küreselleşme, hem sistem düzeyinde uluslararası ilişkilerin yapısını ve niteliğini, hem de devletlerin iç siyasetleri ile, devlet-toplum ve devlet-birey ilişkilerini toplum ve birey lehine dönüştürdüğü için “insanlığın hayrına” bir süreç.
Küreselleşme kötümserleri: Bu yaklaşıma göre ise; küreselleşme, devleti, toplumu ve bireyi hedef alan ve her türlü geleneksel yapıyı yıpratıcı etkisi olan, “kötü” bir olgu. Küreselleşmeye rağmen devletler, uluslararası ilişkilerin esas aktörleri olmaya devam etmekte, birey ise etnik köken, din gibi bireysel farklılıklarını muhafaza etmeye çalışmaktadır. Küreselleşme esas itibariyle, devletler arasında karşılıklı bağımlılıkların artmasından başka bir şey değildir ve bu da, tarihte ilk defa olmamakta. Bu yaklaşımdakiler küreselleşme ile şekillenen dinamiklerin “özde insanlığın hayrına” olmadığını savunarak küreselleşmeye karşı politikalara gerek olduğunu savunurlar. Bu görüşler, ülkelerin içe kapanmasına kadar gidebilir. Hatta bu yaklaşımın ülkemizde zaman zaman küreselleşmenin, Batılı devletlerin bir komplosu olduğu şeklindeki teorilere zemin hazırladığı da görülmekte.
Dönüşümcü yaklaşım: Yukarıdaki iki uç yaklaşımdan ayrılan dönüşümcülere göre, küreselleşme özü itibarı ile ne “insanlığın hayrına iyi” ne de “insanlığın aleyhine kötü” bir süreç. Bu yaklaşıma göre dünya siyaseti yeni bir dönüşüm süresine girmiş olup “küreselleşme” ve son 10 senede buna tepki olarak doğmuş “yerelleşme” olguları bu dönüşüm sürecinin temel belirleyicileri olmuşlar. Küreselleşme iyimserleri de kötümserleri de bu süreçlerin pek çok yönünü ihmal etmekte ve olup biteni “normatif bir tutumla” ön yargılı yorumlamakta.
Gerçekten de küreselleşme yeni bir olgu değil ama etkili olduğu alanlar (ekonomi, siyaset, çevre, ekoloji vb.), etkisinin gücü (az veya çok) ve etkisinin yönü (iyi yönde veya kötü yönde) değişmektedir. Küreselleşme; ne iyimserlerin ön gördüğü gibi küresel bir “homojenizasyona” yol açmış, ne de kötümserlerin iddia ettiği gibi “zıt eğilim olan yerelleşmeye” teslim olmuş durumda.
Küreselleşmenin sayesinde ulusal ve uluslararası alanda bir çok güçlük ile ilgili güven inşa edilmesinde büyük bir ilerleme kaydedildiği ortada. Küreselleşme, insanoğluna farklılıkları göz ardı ederek ortak çıkarlara odaklanma ve “çatışmaları ve zıtlıkları algılamak, fark etmek ve onlarla ilgilenmek ve beliren sorunlara işletilebilir çözümler bulmak” için gerekli kapasitenin inşasına fayda sağladığı kesin. Ancak ne yazık ki, günümüzün zorlukları eskiye nazaran daha da karmaşık ve ulusal yetkilerin ötesinde. Bu zorlukların bir çoğu, örneğin iklim değişikliği, sanayileşmenin ve ekonomik büyümenin bir sonucu. Artık küreselleşme nedeni ile “hiper bağlantılı” hale gelen dünyamızda güvenlikten siyasete, ekonomiden çevreye karşılaştığımız bütün sorunlar eşi görülmemiş bir işbirliği gerektirmekte. Ancak bir konuda uzlaşı ve işbirliği demek “hem o konuyu etkileyen olgular hem de o konunun etkilediği olgular” hakkında derinlemesine bir analiz ve analiz neticesinde çıkan sonuçların bir kısmında fikir birliğine varmamızı gerektirmekte. Bu ise, yerel ve bölgesel kültürler ve kimlikler için çok zor. Çünkü, ne yazık ki insanoğlu başlangıç noktası olarak genellikle BENZERLİĞİ değil FARKLILIĞI esas almakta. Bir insan veya toplum için her zaman benzerlikler yerine farklılıkların altını çizmek daha kolay oldu. Bunun nedeni ise karşılaştığımız yeni durumlarda genellikle kendimizi karşılaştıklarımızdan farklı kılan şeylere dayanarak tanımlama eğilimindeyiz; bu da sorunlara ortak çözümler arama ve bulma yetimizi körletiyor.
Önümüzdeki on yıllarda “küreselleşme ile yerelleşme sarkacında sıkışmış birey ve toplumlar” kültürel farklılıkları keskinleştirerek, reaktif ve korumacı bir geleceğe yönelebilirler. Küreselleşen dünya yoluyla yapılan bağlantılar “ekonomik, ekolojik, eğitsel, bilgisel ve askeri işbirliği biçimleri” için umut yaratırken bu ortam “insanların tehdit olarak algıladıklarına yönelik bir karşı tepki”yi de tetikleyebilir. “Küreselleşmeye karşı defansif yerelleşme” olarak tanımlanabilecek böyle bir tepki hem bireysel (aşırılık, küresel terörizm), hem toplumsal (birbirinden beslenen reaktif etno-milliyetçilikler) ve hem de hükümet düzeyinde (özgürlükleri kısıtlayıcı ve izalosyanist eğilimler) şeklinde kendini gösterebilir. Bu durum da herkes için ortak olan ve ulusal düzeyde veya uluslararası sistem düzeyinde daha geniş işbirliği gerektiren zorlukların çözümü güçleşebilir.
Küreselleşmenin neden olduğu mega trendleri, “tarihin akışı içindeki sebepleri hemen görünür olmayan ve zamana yayılan, uzun vadede kalıcı sonuçlara yol açan önemli küresel eğilimler” olarak tanımlamak mümkün. Oxford Üniversitesi tarafından hazırlanan bir raporda, (Now For the Long Term - 2014) birbiriyle ileri derecede etkileşimleri olan bu maga trendler yedi başlık altında gruplandırılmış. Bunlar:
Gelecek yüzyıl boyunca, dünyanın demografisinde –küresel nüfusun özellikleri ve içeriği –yaşanacak değişimlerin çok büyük olması beklenmekte. Bu değişim sadece sayılarla ilgili değildir, aynı zamanda insanların yaşları, yaşam süreleri, dağılımları ve faaliyetleri ile de ilgili. Dünya nüfusu, 1900 yılında1.6 milyarken bugün yaklaşık 7 milyar sınırına tırmandı ve 2025 yılında 8 milyarı ve belki de 2050 yılında 9 milyarı aşması bekleniyor. Küresel nüfusun yüzde 60'ının 2050 yılı itibariyle Afrika'da ve Asya'da yaşaması bekleniyor. Artışın yaklaşık yüzde 70'inin dünyanın en fakir 24 ülkesinde olacağı da bizi endişelendirmesi gereken bir gerçek.
Gelişmekte olan ülkelerin küresel ihracattaki payı hızla artmaktadır. Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi yeni ekonomik güçlerin yükselişi yeni bir dünya düzeni yaratılabilecek. Ulus devletlerin sayısı 200’ü buldu. Bu artış, küresel zorluklar üzerinde uzlaşıya varmayı daha da zorlaştırmakta. Devlet dışı aktörlerin uluslararası arenada ortaya çıkması, terörist ağlar, siber ve biyolojik savaş tehditleri hükümetler ve iş dünyası için artan tehditler. Kısaca gelecekte yer küre gelecekte daha kalabalık, daha gürültülü ve daha kaotik olacak gibi görünüyor.
Sürdürebilirlik uzun vadeli planlama ve icra ile ilgilidir. Sürdürülebilirlik, insan türünün ve gezegenimizdeki diğer organizmaların devam eden hayatta kalışları için gerekli olan çevresel, sosyal ve ekonomik taleplerin uzlaştırılmasını gerektiriyor. Yıllık enerji tüketiminin 1950 yılındakinin altı katına çıkması, kişi başına kullanımın iki katından fazla artması bu düzenin daha ne kadar sürdürülebileceğine ilişkin soruları akla getirmiştir. Enerji ve fosil yakıt kullanımına yönelik talebin 2030 itibariyle yüzde 50 artması öngörülmekte. Dünyada halen sadece 10 ülke, üçte ikisinin iyileştirilmiş içme suyuna erişim sağlayamadığı insanlara ev sahipliği yapmaktadır. İklim değişimi biyo-çeşitlilik kaybını hızlandırmaktadır.
Sağlığı etkileyen bir çok dönüşümün ortasında yaşıyoruz. Bunlar arasında “yüksek doğum oranlı ve yüksek ölümlü bir yapıdan” “düşük doğum oranlı (Sahra altı Afrika'sı istisnasıyla beraber) ve yaşlanan nüfuslu” bir yapıya doğru demografik bir dönüşüm ve buna eşlik eden dengesiz beslenme, kıtlık ve kötü hijyenle ilişkili enfeksiyon hastalıklarından uzun yaşam, kentsel ve endüstriyel yaşam tarzları ile ilişkili kronik ve dejeneratif hastalıklara doğru giden yoğun bir kayma bulunmakta. Bu değişimler aynı zamanda beslenmedeki bir dönüm noktasıyla da ilişkili olduğu unutulmamalı. Burada dengesiz beslenme hem kıtlıktan ve açlıktan hem de obezite durumunda olduğu gibi yüksek kalorili ama besleyici olmayan besinlerden gelmekte.
Son yarım yüzyılın dramatik bir mega trendi hızlı teknolojik değişim olmuştur. İnternet küresel bağlantılılığın ve fırsatların anahtar itici gücü, ama değişik bant genişliği hızları, sınırlandırılmış erişim ve farklılaşan açıklık düzeyleri internetin eşitsizliği kapatmaktan ziyade genişlettiği anlamına gelebilir.
Bilimdeki, bilgideki ve iletişimdeki teknolojik değişimin hızı “bilinmeze doğru ivmelenen bir yarış” olarak tarif edilmekte. 2020 itibariyle çevrim içi dört milyar insan, 31 milyar bağlantılı cihaz, günlük 450 milyar çevrim içi etkileşim ve 50 trilyon gigabayta kadar veri olması beklenmekte. İnsanoğlunun bilgi işlem gücü her 18 ayda bir ikiye katlanmakta. Ancak, bant genişliği hızlarının değişmesi, sınırlandırılmış erişim ve farklılaşan açıklık düzeyleri gibi sebepler internete erişim ve ondan faydalanma noktasında herkes aynı fırsat eşitline sahip değil.
Bakalım bu mega trendler Türkiye’yi ve içinde bulunduğumuz coğrafyayı nasıl etkileyecek? Ama unutmayın gelecek daha kalabalık, daha gürültülü ve daha kaotik olacak gibi. Bu hengamede ‘farklılıkları’ ön plana çıkaranlar bir biri üzerinde ter atıp enerji harcarken ‘benzerliklerini’ ön plana çıkarıp bu benzerlikleri sürdürülebilir bir sinerjiye dönüştürenler ise kazananlar olacak. Acaba Türkiye’de farklılıklarımızı bir kenara bırakarak benzerliklerimizi konuşmaya ne zaman başlayacağız?
[i] Bu yazıda Oxford Üniversitesi Martin School tarafından hazırlanan ‘Now For the Long Term (2014)’ adlı rapordan faydalanılmıştır.