Cezaevinden bir mektubum var bugün. 27 yıldır cezaevinde olmasına rağmen “Doğrusu mektubu yazıp yazmamakta kararsız kaldım. Her gün onlarca masum insanın hayattan koparıldığı bir coğrafyada kendi bireysel derdimi anlatmaktan utandığımı, mahcubiyetimi belirteyim” diyerek mektubuna başlayacak kadar ince bir adamdan bu mektup. Serhat Tuğan’dan.
Serhat Tuğan’ın hikâyesini sanırım çoğunuz biliyorsunuz zaten. 1991 yılından beri, yani 27 yıldır içerde olan Türkiye’nin kendi deyimiyle en “kıdemli” 3-4 mahkûmundan biri Serhat Tuğan. Tuğan 16 yaşında Hakkari’de PKK bildirisi dağıttığı gerekçesiyle Diyarbakır Cezaevi’nde 10 ay tutuklu kaldı. Bu sürede işkence gördü. Beraat ettikten polis tarafından tacizler devam etti. Tuğan, bir yıl sonra dağa gitti. Ertesi yıl yakalandı ve Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yargılanarak hapse atıldı. Diyarbakır İkinci Devlet Güvenlik Mahkemesi örgüt üyesi diye 12 yıl dokuz ay mahkûmiyet verdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi bu mahkûmiyeti önce idam cezasına, ancak suç tarihinde yaşı küçük olduğu için müebbet hapse çevirdi. Serhat Tuğan ve ailesi o gün bugündür adalet arıyorlar. Yeniden yargılama için yapılan tüm başvurular gerekçesiz reddedildi. 2015’te aydınların çağrısı ile başlatılan imza kampanyası sonucu Adalet Bakanlığı dosyayı inceledi ve talebi haklı bulup dosyayı incelenmesi talebiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına başvurdu. Yargıtay da itirazları haklı bulup dosyayı yerel mahkemeye yani Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi. Gerisini Serhat’tan dinleyelim:
“Nurcan Hanım, çeyrek asırlık emek ve umutlarımız Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesine tüneyen cemaatçi yargıçlara takılıp berhava oldu. Dosyanın incelenmesi talebi sırf Adalet Bakanlığından geldiği için hiçbir gerekçe belirtilmeden taleplerimiz reddedildi. Gerekçe belirtmediler çünkü dosya üzerinde inceleme yapma zahmetinde bulunmamışlardı. Oysa avukatlar tahliye kararı bekliyorlardı. Kısacası adalet arayışım bu sefer de cemaatin Bakanlığa ve siyasi iktidara olan tepkisine kurban oldu. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu yargıçların kimisinin tutuklandığını kimisinin de arandığını öğrendim. Hatta Diyarbakır hapishanesinde cemaatçi bu yargıçlarla uzaktan komşu da olmuştuk. Cemaat ve hükümet arasındaki kavgadan böyle ben de payıma düşeni almış oldum. Zaten takdiri ilahiymiş gibi bizler bu ülkenin sadece kavga ve olumsuzluklarından nasipleniriz.”
DGM’ler Türkiye yargı tarihinin en acımasız kurumları olarak tarihe geçtiler. 2004 yılında DGM’lerin kaldırılması demokratikleşme yönünde önemli bir adımdı. Ancak kâğıt üzerindeki bu adım, pratikte DGM’lerin verdiği haksız ve adaletsiz kararlara yansımadı. Serhat da bu DGM mağdurlarından biri:
“Kendimi DGM mağduru olarak tanımlıyorum. Son derece ideolojik bir kurum olan DGM’ler yargı maskesi altında muhaliflere ama özellikle Kürtlere karşı devlet gücünü en sınırsız ve acımasızca kullanan kurum oldu… Nurcan Hanım, bir sorun sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırıldığında o sorun çözülmüş sayılır ve sorun olmaktan çıkar. Kayıt üzerinden yapılan düzenlemeler insanların hayatına dokunduğu ve toplum hayatına etki ettiği oranda gerçeklik kazanır. DGM’lerin kaldırılması bu durumun en somut örneğidir. DGM’ler çok ciddi mağduriyetler yarattıktan sonra tarihin çöp sepetine atıldı. Fakat onun yarattığı mağduriyetler siyasi bir enkaz gibi orta yerde durmaktadır. DGM’ler kaldırıldı ama onun verdiği kararlardan dolayı onlarca insan içerde acı çekmektedir.”
“Bu hal diri diri gömülmeye veya can vermeden darağacında sallanmaya benziyor”
Serhat mektubunda uzun uzun 27 yıldır mahpus olmanın ne demek olduğunu anlatmış. “Bu hal diri diri gömülmeye veya can vermeden darağacında sallanmaya benziyor” diyor mektubunda. Doğrusu her bir cümlesi kalbime saplandı. Bir de toprağı çok özlemiş Serhat: “27 yıllık tutsaklık hayatımda sadece bir kez toprakla temasım oldu” cümlesi hapishanelerin içler acısı durumunu da özetliyor. İnsanın isyan edesi geliyor. Bu 27 yılda kimler, ne aflarla çıkmadı ki cezaevinden; katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, insanları diri diri yakanlar… Ama Serhat, 16 yaşında bir çocuk, cezaevinde yaşlandı… Karşımızda çeyrek asırdır adalet arayan bir adam, cezaevinde büyümüş bir çocuk var.
Ablası, arkadaşım Rojbin, telefon konuşmamızda “annemin durumu hiç iyi değil, ölmeden Serhat’ın özgürlüğüne kavuştuğunu görmek istiyor” diyor.
Serhat mektubu bitirmeden şöyle demiş:
“Dosyam şuan ülkenin en üst yargı organı olan Anayasa Mahkemesindedir. Anayasa Mahkemesi dosyayı yargıç hassasiyetiyle incelerse, haksızlığı ve adaletsizliği rahatlıkla tespit edebilecektir. Anayasa Mahkemesinin 27 yıldır devam eden bu haksızlığa nokta koyacak bir karar vereceğine inanmak istiyorum.”
Ben de inanmak istiyorum buna Serhat… Bir yerlerde hukukun, adaletin, vicdanın kırıntısının kaldığına gerçekten inanmak istiyorum.