Geçenlerde Tanpınar Merkezi'nde Tanpınar konusunda bir konferansa katıldım. Değerli profesörlerimiz ve Tanpınar uzmanlarımız Abdullah Uçman ile Handan İnci’nin özlü katkılarıyla güzel bir etkinlik oldu. Tanpınar’ın çeşitli yönleri tartışıldı. Tanpınar’ın Osmanlıyı bakışıyla ilgili birkaç lâf ettim konferansta. Bu konu zihnimi meşgul etmeyi konferanstan sonra da sürdürdü.
Genellikle kamuoyumuz Osmanlı deyince fetihleri, eli palalı adamları düşünür. Avrupa da. Hattâ Araplar da öyle düşünür. Biz fetih eylemlerini göklere çıkarırız, onlar istila, işgal der. Biz fetih ruhunu canlandırmaya çalışırız, Avrupalısı, Arabı “Bunlar gene azıttı” der.
Oysa Tanpınar’ın bize gösterdiği Osmanlı başkadır. Uygarlık, kültür üreticisidir. Osmanlının kalıcı olması ve tanıtılması gereken yönü budur. Osmanlı, mimarisi, musikisi, hat sanatı, şiiri, Evliya ve Katip Çelebileriyle ince, efendi bir insandır. Tanpınar, elinde gül tutan Fatih’ten söz eder. Bellini’ye portresini çizdirerek kültür hayatımızda Atatürk’ünküne eşit değerde bir devrimci adım atmış olan şair sultanı anlatır. Biz ise şahlanan atının üstünde küffara kılıç sallayan sultanları düşünürüz. Bizim için Osmanlı dünyaya diz çöktüren yenilmez savaşçıdır.
Kaç yıldır bir Osmanlı merakı sardı ekranları, imgelemleri (muhayyileleri). Kara sakallı, ikide bir nara atıp kafa kesen, sürekli bağırarak ve karşısındaki fırçalayarak konuşan, çevreye “kodum mu oturturum” diye bakan gülünç tipler... Osmanlı sultanlarını da bu şekilde tasavvur edip halka tarihsel gerçek diye kazıklıyorlar. Oysa, hayret etmediğimiz bir hızla popüler olan maganda kabadayı tipinin tarihe yansıtılmasından başka bir şey değildir bu yapılan. Belli ki, bazıları kendi şiddet eğilimlerini ve ideolojilerini meşrulaştırmak için Osmanlıyı istismar ediyorlar.
Bu kabalık kültüründe incelik hak getire. Osmanlı protokolu bugün bildiğimiz resmi protokol ve adab – ı muaşeret kurallarından çok daha sofistikeydi. Şimdikilerse en sıradan bir kibarlığı bile zaafiyet sayıyor, insanlar arasında kuvvet ilişkilerinden başka tür ilişki tanımıyor, bir iki kural hatırlatıldı mı, hemen “Hayt, ulan!” çekiyorlar.
Konferans’ta değinmedim, sonradan aklıma geldi: Şu kendine göre geçmiş yaratmak işiyle Tanpınar, Saatleri ayarlama Ensititüsü romanında pek güzel dalga geçer. Romanın iki başkisisi, Hayri İrdal ile Halit Ayarcı, Enstitülerinin ve temsil ettiği zaman anlayışının bizde ne kadar köklü olduğunu, hatta bazı şeyleri Batı’dan önce bulduğumuzu göstermek için Şeyh Ahmet Zamani diye bir tarihi şahsiyet uydururlar. Sözde bu kişi IV. Mehmet zamanında yaşamış ünlü bir saatçidir ve Graham'dan önce rabia hesaplarını bulmuştur. Herkes de inanır bu uydurmacaya, bir kısım Batılılar bile. Güya bu uydurmaca toplumda bir ihtiyaca karşılıktır; böyle bir ecdadın varlığı insanları mutlu eder.
Hayat bazen romandan kopya çeker derler ye, buyrun işte! Meğer Google’ı bulan Sultan Abdülhamit Han imiş. Mutluluktan uçabiliriz, zil takıp oynabiliriz. Batı değil, biz bulduk Google’ı, biz! Biz sadece kılıcımızla değil, ilmimizle de Batıdan üstünüz. Şu iki yüzyıllık batılılaşma meselesini bir halledelim, bakın o zaman dünyayı nasıl yeniden fethederiz!
Geniş anlamıyla kültür iç dünyamızda gidiş iyi değil. Hiç değilse, Osmanlıları rahat bırakalım, onlara saygısızlık etmekten vazgeçelim, onları tuhaf düşüncelerimize alet etmeyelim.