80 kilo ağırlığında, 143 santim uzunluğunda, her iki ayağı da olmayan bronz tenli bir arkadaşınız oldu mu?
Sizi bilmem ama evli, iki çocuklu, okur yazar ve çiçek satar adamın oldu. Kadıköy’ün Avni heykeli için “Yürürken bu heykeli gördüm. Koşarak gidip sarıldım. Heykel sarsıldı. İçimden bir ses ‘al bunu evine götür’ dedi. Ben de alıp hiçbir şeye sarmadan metrobüsle evime götürdüm. Benim hiç arkadaşım yoktu. Onun için aldım” diyen bir isimsizin, birkaç günlüğüne de olsa evde arkadaşı oldu bronz bir heykel...
Geçtiğimiz hafta da adaletin sarayında oturan hâkim, “heykel hırsızlığı” nedeniyle 10 yıla kadar hapsi istenen sanık için Adli Tıp Kurumu’ndan akıl sağlığı yönünden inceleme istedi.
Öyle ya bu dünyada aklı başında olan birisi onca değerli mal dururken heykel çalar mı?!..
Peki, hangimizin kentin orta yerinde duran bronz bir heykele sarılabilme cesareti var?
Farkında mısınız; sarılmanın ve dokunmanın tabu olduğu bir çağa girmek üzereyiz. Evet kabul etmek gerekir ki; yurtlarda, hekim muayene odalarında, (c)ezaevlerinde ve hatta evlerde hemen herkese yönelen “kötü dokunma” ve cinsel istismar bu ülkenin ve dünyanın önemli bir toplumsal sorunu. Ancak bu sorun, dokunmak ve sarılmak gibi çok temel insani özelliğimizi yok etmeli mi?..
Bilindiği üzere Havva’nın Adem’e ilk teması ve hatta Davut’un ölüme mahkûm edilmesine yol açan Batşeba’nın baştan çıkarılmasında dokunmak temel rol oynar. Belki de bu nedenle Hristiyan teolojisinde dokunmak, cinsellikle özdeşleşmiş ve Batı uygarlığında tabulaştırılmıştır.
Oysa sarılmak, dokunmak, kucaklamak, öpmek reddedilmemesi gereken insani bir temastır.
Vücudun en büyük organı olan deride bulunan sinir liflerinin başka bir tenden aldığı hisler sayesinde vücutta bulunan doğal katil hücrelerin sayısı ve yetkinliğinin arttığı, bu sayede immün sistemin güçlendiği, acı hissinin azaldığı ve organizmanın doğal antidepressanı olan serotonin seviyesinin yükseldiği bilinmektedir.
Ama dokunmak bundan çok daha ötededir.
Gerçekten de yumuşak bir tenle temas etmek sadece insanlar açısından değil, pek çok hayvan açısından da sağaltıcı bir işlev görür. Örneğin maymun topluluklarının grup içerisindeki çatışmaları bonobolarda sevişerek, şempanze gruplarında ise birbirlerini tımar ederek, yani her iki durumda da tensel temas ederek çözdüklerini biliyoruz. Hatta annelerinden ayrılan yeni doğmuş maymunların, tel ve metalden yapılmış süt verebilen bir “soğuk anne” karşısında, yumuşak peluştan yapılmış süt vermeyen “sıcak anne”ye sarılmayı tercih ettiklerini de biliyoruz.
İnsan türünde de sarılmamanın, dokunmamanın, bir başına yalnız kalmanın, stres hormonu olan kortizol seviyesini arttırdığı ve insanı dış tehlikelere karşı savunma – saldırı konumuna getirdiği gösterildi pek çok bilimsel araştırmada.
Belki de tam da bu nedenle, hepimizi var eden, reddedemeyeceğimiz bu evrimsel gerçeklik nedeniyle kollarımıza nazikçe dokunulan restoranlara daha fazla bahşiş bırakıyoruz.
Belki tam da bu nedenle yapay zekâ aracılığıyla ısıyı ve dokunmayı hissedebilen elektronik deri geliştiriyoruz. Var ettiğimiz e-deri sayesinde, geleceğin toplumunun da bizim gibi sarılarak birbirini hisseden bedenler olmasını arzuluyoruz.
Arzuluyoruz ama bunu başarabilecek bir dünyada yaşıyor muyuz? Ne de olsa dünyamız yıllar önce Karl Marx’ın vurguladığı üzere, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak hayatımızın değersizleştiği bir yaşam…
Verimliliğe ve daha çok para kazanmaya indirgenmiş üretim süreci gerek çalışma alanlarımızda gerekse de hayatın her bir noktasında bireyciliği, rekabeti ve saldırganlığı motive ediyor. Her bir çalışan bir diğerini, her bir kişi bir ötekini geçmek, yenmek ve alt etmek zorunda bu dünyada.
Böylesi bir dünya, kendimizi ve hayatı dönüştürdüğü kadar yok da ediyor. “Katı olan her şeyin buharlaştığı” bir ortamda duygularımız da kayboluyor. Her geçen gün devinimi artan hareket karakterimizi aşındırıyor. Durmak, soluk almak, düşünmek ve muhabbet gün geçtikçe kayboluyor. Herkesin birbirine yabancılaştığı ve uzaklaştığı bir kalabalıklığın ortasında, adeta bir nehrin akıntısına kapılıp giden kişi gibi çaresizlik ve yalnızlık duygusu insan toplumunda yayılıyor.
An, tek belirleyici hale geliyor.
Geçici yüzeysel ilişkiler yaygınlaşıyor. Derinleşmeyen insani temaslar dokunmayı, sarılmayı, kucaklaşmayı mümkün kılmıyor.
Oysa insan olabilmek için, birbirimize ruhsal ve tensel olarak dokunup sarılabildiğimiz uzun vadeli güçlü ilişkiler gerekiyor.
Böylesi bir kucaklaşma ortamının olmadığı bir hayatta bıkkınlık, kayıtsızlık, umutsuzluk ve bir başına kalmışlık insanı boğuyor.
Başarılı bir kariyer, bir başka tenin temasını ve bir başkasının kollarının sıcaklığını insana hissettirmiyor. Oluşan boşluğu ise fanteziler dolduruyor.
İnsanı, doğadan, bir diğerinden ve yaşamdan kopartan çok katlı gökdelenlerinin camla kaplı binalarında plastik bitkilerle doğayla, asansörlerdeki zorunlu birlikteliklerde uzun suskunluklar arasında edilen birkaç kelamla insanla temas edilmeye çalışılıyor.
Murathan Mungan’ca söyleyecek olursak; yaşanan “poliüretan kültürün popüler saltanatı”nda artık “hiçbir neon ışıtamazken / tüketim ahlakının ince barbarlığını”, bir başkasının teni, bedeni, sözlerinin yerine, rasyonelliğin, yersizliğin, yurtsuzluğun, yalnızlığın, huzursuzluğun, kayıtsızlığın ve yalıtılmışlığın soğukluğu insanı sarıp sarmalıyor.
Hayat bu noktaya savrulmuşken, her değeri fiyata indirgeyen kapitalizmin, insanı insan yapan sarılmayı ihmal etmesi mümkün mü?
Kendisinin var ettiği bir yıkımdan yine kendisi için bir çıkar yaratmaması mümkün mü?
Elbette hayır!
Zaten bir süredir haber portallarına düşen haberler dünyanın gelişmiş ülkelerinde pek çok “sarılma merkezi”nin hizmete girdiğinden söz ediyor. Örneğin Oregan’da açılan sarılma merkezinde müşteriler menüdeki 72 farklı sarılma hizmetinden birisini (ücretini ödemek koşuluyla elbette!) seçebiliyorlarmış.
Haberlere göre bedenin farklı bölümlerinin sarılma ücretleri aynı değilmiş.
İşletmelerin gereksiz kaynak harcamasını önleyen, verimliliği arttıran, sıfır stokla çalışan, müşteri talebiyle üretime başlayan ve malı tam zamanında teslim eden Toyata Tarzı Üretim Modeli’ni dünyaya kazandıran Japonya’da, yalnızlığı önlemek amacıyla geliştirilen “huzur sandalyesi”ne oturduğunuzda sandalyenin yumuşak kolları sizi sarıp sarmalayabiliyormuş.
Öte yandan teknolojinin ve çalışmanın kutsandığı Japonya’da 60 yaş ve üstü yurttaşların suç işleme oranı son yıllarda büyük bir artış göstermiş. Veriler, Japon hapishanelerindeki her beş tutukludan birisinin 60 yaş üzerinde olduğuna işaret ediyormuş.
Neden mi?
Çünkü Japonya’da kendisini yalnız hisseden yaşlılar, hırsızlık gibi küçük suçlar işleyip hapishaneye girerek yalnızlıklarını aşmaya çalışıyorlarmış.
Anlaşılan Toyota Tarzı Üretim Modeli, Japon insanının yalnızlığına çare olamamış. Yoksa aksine yalnızlığımızın nedeni tam da bu model mi?
Hapishaneye girmeye cesaret edemeyen ve yeteri kadar parası olan Japonlar ise “aile kiralama” hizmetinden yararlanıyorlarmış. Tıpkı araba kiralar gibi “200 liraya kiralık eş ya da anne, baba kiralamak” mümkünmüş artık!..
2006 yılından bu yana “kiralık aile” hizmetini veren şirketler, geçen zaman içerisinde bu konuda oldukça deneyim sahibi olmuş. Kiralama şirketlerinin oyuncuları, kiralanan kişiye benzemek için kıyafetten makyaja, saç şeklinden beden hareketlerini taklide kadar ellerinden geleni yapıyorlarmış. Hatta firma oyuncuları, oynadıkları rollerde o kadar yetkinleşmişler ki; eş kiralayan kadınların yüzde 30-40’ı bir süre sonra kiralık eşlerine evlenme teklif ediyorlarmış.
Peki, tüm bu haberlere amenna! Ama sormak gerekmez mi: Bu kahrolası dünyada ancak para vererek mi birbirimize dokunacağız, sarılacağız, kucaklaşacağız?
Yalnızlığımızı ancak kiralık mallarla mı gidereceğiz?
Böylesi sağlıksız bir dünyada yaşarken, mide botokslarının, probiyotiklerin, vitaminlerin, immün stimülanların, antidepressanlar başta olmak üzere bin bir farklı ilacın bizleri hastalıklardan kurtarıp sağlıklı hayata ulaştıracağını mı zannediyoruz?
Ne körmüşüz!
Kadıköy Belediyesi ve adaletin sarayında oturan o hâkim muhtemelen bana çok kızacaktır ama ben yine de caddenin orta yerindeki Avni heykelini sarılıp evine götüren çılgının safındayım...
Ya siz?