İtalya’nın Venedik bölgesinde, kara tarafında yer alan Trevisio’daki fabrikalardan birindeyim. İşim gereği ara ara seyahat ettiğim bu firmaların bazıları fabrika ölçeğinde büyük işletmeler, ancak çoğunluğu el imalatına dayalı ve oldukça küçükler.
Hayatınızda görebileceğiniz en küçük plastik bardaklardan, daha alımlı fincanlara kadar - firma vizyonuna göre - değişen kaplarda alelacele ikram edilen acı bir espressonun ardından firma çalışanları üretim yaptıkları yerleri gezdirmeyi pek severler. Tam olarak bir yudumu bile doldurmayan bu kahve molasından sonra, başlıyorum bir biri ardına dizilmiş kapılar ve koridorlardan geçmeye. Karşılaştığım herkesin samimi selamları ile karşılaşırken, hepsine teker teker kolay gelsin demeyi ihmal etmiyorum; işlerinden kafalarını kaldırıp beni takip etmelerine sebep olduğum için biraz da mahçup olarak. İtalya’nın bu bölgesindeki sanayi neredeyse tamamen “el işçiliği”ne dayalı.
Bir odaya giriyoruz. İçerden cızırtılı bir radyo sesi yükseliyor; Peppino Gagliardi – Che vuola musica stassera? (“Bu gece bu müziği kim istiyor?”) diye sesleniyor. Oda beyaz, güçlü bir ışık altında fena halde dumanaltı. Radyonun hemen yanıbaşında, yaşının 70 civarında olduğunu tahmin ettiğim, kara kemik çerçeveli gözlüklerinin ardından pür dikkat önündeki işe odaklanmış bir adam duruyor. Sigarasının ucundaki kül öyle birikmiş ki düştü; düşecek blucinine. İşletmenin genelinde sigara içilmediğinden ve bu odada O’nun yalnız çalışıyor olmasından, kendine ait özel bir alanda olduğumuzu anlıyorum hemen; mahcubiyetim biraz daha artıyor. O ise kafasını bir an bile kaldırmıyor işinin başından. Selam da vermiyor. Yaşlı, ince, uzun parmakları bir an bile duraksamadan, çok iyi bildiğim bir tasarımın üzerindeki incecik zincirleri diziyor tek tek, bir insan-makine gibi. Öğrendiğim kadarı ile, tam 40 yıldır; aynı atölyede aynı işi yapıyor; maharetli elleri ile tek tek diziyor yüzlerce zinciri, asılı olmaları gerektiği yere. Rahatsızlık vermek istemediğim için çabucak çıkıveriyorum, aslında günlerce orda kalıp onun yanında sesizce onu izlemek geçerken içimden...
Son günlerde, bizi yerimizde ziyaret eden üniversite öğrencilerine anlatmayı en çok sevdiğim anılarımdan biri bu. Ne zaman o tasarımın başına gelsek. biraz da abartarak anlatıyorum kendimi 60’lı yıllara ışınlanmış hissettiğim bu mekanı ve bu mekanda çalışan bu yaşlı İtalyanı. Öğrencilere altını çizerek anlatmak istediğim şey ise elbet el ile çalışmanın övüncü; el ile üretilenin ayrıcalığı.
Elleri ile bir şey üreten insan üzerine Plato’dan Richard Sennett’a kadar pek çok övgü satırı ile karşılaşır insan. Söz ettiğim el sanatlarına değil - o başka bir yazının konusu olsun – el işine bir övgü.
Elleri ile üreten insanın gerçekleştirdiği aslında daimi bir “öğrenme“ işidir. Batı uygarlığının erken evrelerinde oldukça önemli bir yere konumlanan kavram “ wisdom” ( bilgelik ), insanların deneyimlerine, bilgi seviyelerine, iyi değer yargılarına sahip olduğunun ifadesi için kullanılan bir tanım idi. Kelimenin kökeninde, beceri, öğrenme, deneyim edinme, ustalık anlamlarına gelen “ sophia / skill” kelimelerine rastlıyoruz. Kişi elleri ile bir iş üzerinde çalışmaya başladığında malzeme, yöntem, gerekli güç, süre gibi pek çok konuda bilgi ve deneyim sahibi olur. Bu edinim onu diğerlerine göre daha üstün kılar.
Pek çok araştırmacıya göre, el işi yapmak insanın doğal gereksinimlerinden biridir; onu doğa ile bütünleşik kılar. Makineler yapay çevremizi üretmeye başladıkça, insan zamanla maddi çevresinden koptu; ilgisizleşti, hayata dair değerleri de paralel olarak daha soyut – bir bakıma yüzeysel - bir hal aldı. Bu durum, bozulan eşyasını tamir etmek yerine, onu atıp bir yenisini edinmeye kadar giden tavrın alt yapısını oluşturuyor. Tüketici toplum doğadan da kopuk toplum aynı zamanda.
Oysa el ile üretilen iş öyle kolayca kenara atılamıyor. El işi, kalıcı ve uzun süreli olmak üzere kurgulanıyor; daha ucuz ve daha hızlı olsun diye değil. Ardındaki iş gücü, ortaya çıkan işe bir tür saygı duyulmasını sağlıyor. İnsan, ortaya çıkardığı işi ile, bir haz ve tatmin duygusu yaşıyor. Çevresini fiziki olarak değiştirme gücünü hissedebiliyor. Ürettiği işinde kendi becerisini, kendi gücünü, insani gerçekliğini, somutluğunu hissedebiliyor.
Kızım henüz ortaokul yıllarında iken, hemen hemen hepimizin aşina olduğu şu meşhur elektrik devresi ödevi vardı. Hep birlikte bir akşam eğlencesine çevirdiğimiz bu maketi yaparken hem birbirimizle girdiğimiz etkileşimden hem de karşılıklı sorun çözme heyecanımızdan çok keyif almıştı. Ama en sonunda, devreleri birbirine bağlayıp da kabloların ucundaki minik ampülün yandığını fark ettiğinde, yüzündeki o mutluluk ifadesi görülmeye değerdi! Ellerimizi kullanarak ürettiğimiz her somut varlık, kendimize olan inancımızı arttırır ve motivasyon sağlar.
Bugün iş dünyasında girişimciliğe verilen büyük önemin ardında da benzer bir duygu yatıyor. Ofis çalışmasının, gerçekte pek çok insanı mutsuz hissettirdiği bilinen bir veri. Günde 8 saat boyunca masasında oturup sağa sola “e-mail” atan; yazılı raporlar ve sunumlar hazırlayan, toplantılara katılan insanlar, çoğunlukla “elle dokunulabilen somut bir varlık” üretememenin verdiği tatminsizlik hissini yaşıyorlar. Üretmediklerden değil; üretiyorlarsa bile bunun yarattığı değişim gücünü algılayamadıklarından.
Girişimcilik denilen olgu, çalışanların, kendi fikirlerini hayata geçirmelerine imkan verdiği; büyük resmin bir parçası olarak değil de, doğrudan bu “üreten insan“ hissini onlara verdiği için bunca yaygınlaşarak benimseniyor. Kendi çevresini somut olgularla inşa eden insan, temelde kendine tanıdık bir dünya yaratabiliyor; bu tanıdıklık, onun gerçeklik ve güvenilirlik duygularını pekiştiriyor. Aslında ne kadar da basitiz. Tek derdiğimiz varlığımızın gerçekliğini hep – önce kendimize – sonra dünyaya ispatlamak; ve bu hakkında hiç birşey bilmediğimiz yaşamda bir güven duygusu aramak.
El sanatlarını ayrı tutmak istememin temel sebebi, insanın, bu, temelde yatan iç güdüsel üretim ihtiyacı. Evet üreticilik insan için psikolojik bir ihtiyaç. El işi yapan insan çevresini kendisi için baştan inşa ederken sürekli bir öğrenme ve deneyim silsilesi içinde hep “ yeni” olanın, daha iyi olanın peşinden koşuyor üretiminde. El sanatçısı ise daha çok bir şekilde sahip olduğu veya edindiği becerisininin sürecine yoğunlaşıyor. Yeni’yi yaratmaktan öte, mevcut olan üretimini mükemmelleştirmek, onu en iyi bir biçimde ortaya koymak gibi dertlenmelere sahip. “Sanatçı” tanımı tam da buraya konumlanıyor zaten. El sanatçısı, bir sanatçı edası ve kaygılanması ile pratiğini sürdürüyor. El işçisi ise, son derece insani bir güdü ile yani hayatta kalma, daha iyi bir hayat inşa etme duygusu ile hareket ediyor.
Bugünlerde tasarımdan daha çok inovasyona ihtiyacımız var. Kurumsal yapılarımızda klişleştirilen, içi bir kavun gibi sulandırılıp boşaltılan benim kimi kez espri ile “kavun inovasyon” olarak tanımladığım “şey” den bahsetmiyorum. Yenilik ve buluştan bahsediyorum. Bugün tasarımın yerine geçmesi gereken pratik, buluş yaratmak olmalı. Biliyoruz ki buluş masa başında veya kart basarak girilip çıkılan, adam /saat esasına göre mesaisi sayılan Ar-Ge merkezlerinden çıkmıyor. Pek çok önemli buluşun insanın el işi yaparken, tesadüfi bir biçimde keşfettiği bir yenilikten, ortaya çıkardığı bir farklılıktan doğduğunu biliyoruz. Özetle, buluşun temelinde de eli ile çalışan insan var. Fabrikaları ele geçiren akıllı robotlar, iç güdüsel olarak yeni ve daha iyi bir dünya inşa etmek isteyecek mi? Buluş yapabilecekler mi peki?
İçinde bulunduğumuz yıl 100. yaşını kutlayan Bauhaus ekolü, zanaatkar yaklaşımı ile el işini kutsayan bir eğitim ütopyasıydı. Üniversiteyken hemen her yazımı okulumuzun inanılmaz zenginlikteki atölyesinde metal kesme, bükme, akrilik dökme, cam elyafından kalıp çıkarma, kaynakçılık gibi pratiklerle geçirdiğim bu eğitim yaşamım bana sadece üretime dayalı mesleki katma değer sağlamadı. Ortaya koymayı planladığım bir tasarım fikrini hayata geçirirken ellerimle malzemenin nasıl şekillenebileceğini, bunun kimi yerde nasıl da zorlu olabileceğini, bazen kağıt üzerindeki tek bir kıvrıma, öngördüğüm malzemenin nasıl da direneceğini, bu esnada ellerimin nasıl da yorulacağını, yıpranacağını gösterdi. Sahip olduğum harika Bauhaus eğitimi bana elleri ile çalışan ve benim hayallerimi gerçeğe dönüştürecek kişilere herşeyden önce sadece bu zorluk için – bildiğimden - baştan ve koşulsuz bir saygı göstermemi öğretti.
Bauhaus’un bir eğitim ütopyasından çıkıp gittikçe kurumsallaşan ve kimi eğitimcilerin elinde kalıplaşan halinin çıkmaz yollarını meslektaşlarım ile yeri geldiğinde tartışıyoruz. Zaten bugün tasarım okullarında eğtim hayatı, ya bu kutuların içine hapsolmaktan, ülkemizde ise çoğunlukla üretimin, yanı el işinin yanından bile geçmemekten fena halde muzdarip. Genç neslin “iş” üretene bir türlü gösteremediği saygı, aslında kendisinin bu bilgi, beceri, deneyim (wisdom) yoksunluğundan olmalı.
Ülkemizdeki bir kaç istisna haricinde, yurtdışındaki eğitim kuruluşlarında çoğunlukla karşılaştığımız tablo farklı: Üreten insan olmanın önemi çok genç yaşlardan itibaren çocuklara aşılanan, iyi bir konuma sahip tasarım okullarında ise asla boş geçilmeyen bir konu. Pek çok yerde, köklü üreticilerin, fabrikaların kurulmasına ön ayak olduğu okullarda ve enstitülerde gençlere geleneksel el işinin temelleri öğretilirken, çağdaş tasarımlara ulaşmak için de yeni çalışmalar yapılıyor.
Örneğin geçenlerde çalışmalarını Viyana’da sürdüren genç meslektaşım Sefa Olpak ile onun çalıştığı okulu ve yaptıkları çalışmaları yazışıyorduk. Sefa, Avusturya ‘da Sankt Pölten ‘de 1795’teki kuruluşundan bu yana geçmişi oldukça ilginç olan Öspag isimli bir porselen- seramik şirketinin kurduğu New Design University ‘de çalışıyor. Okulun atölyeleri firmanın içinde ve çalıştığı bölümün ismi: Design, Handwork, Material and Manuel (Tasarım, El işi, Malzeme ve Manuel). Bu bölümün isminde yer alan kapsama alanı bile, burada değindiğim el işinin, örneğin Avusturya’daki bir sanayii işletmesinin gündeminde nasıl bir yer tuttuğunu göstermeye yeter. Sefa burada yer alan Craft Studio‘da 20 kadar öğrencisi ile alçı kalıp teknikleriyle birlikte hem el işinde ustalaşmak hem de yeni form ve tasarım arayışları bulmak üzerine çalışmalar yapıyor.
Manuel kelimesini biraz daha açmak isterim: Hem yol yöntem gösteren bir el kitabı hem de el işçiliği anlamına gelir. Günümüzde satın aldığımız ürünlerin manuellerinde daha çok o ürünün hangi düğmesinin ne işe yaradığı anlatılır; ne var ki insan el işinden bunca uzaklaşmadığı ve eşyalarını tamir ettiği dönemlerde, o ürünün nasıl tamir edilebileceği de mekanik olarak resimlenir, anlatılırdı. Şimdi sadece servis numaraları veriliyor. İKEA’yı İKEA yapan marka değerlerinin başında da, işte hala insanlara kendi emeklerini ortaya koyabilecekleri, elleri ile ortaya çıkarabildikleri ürünleri ve bunların resimli, açıklayıcı manuellerini sunması yatar. Sizi bilmem ama ben, çok severim İKEA dan aldığım bir eşyayı kendi ellerimle kurmayı; bazen sırf bana iyi gelsin diye yaparım bunu.
Ülkemizdeki eğitim ortamı el işinden öyle yoksun ki, bu açığı hemen her konuda pıtırcık gibi çoğalan “workshop/atölye” çalışmaları kapatıyor; iyi ki var bu çalışmalar.
Tasarım – üretim konusundaki düşüncelerini okumayı en ilginç bulduğum kişilerden biri Çek asıllı filozof Vilem Flusser. 1920 yılında doğan ve 1991 de ölen filozof eğitimini London School of Economics‘te tamamlamış ve çalışmaları genellikle kültürel yapıyı tanımlayan üretimler üzerine yönelmiş. Yaşamı süresince insanların el üretimine dayalı bir ekonomiden, sanayi devrimine ve nihayet son yıllarında da maddi olmayan bilginin üretimine dayanan bir ekonomiye geçişe tanık olması, bana göre çağdaşları arasında tasarıma en ilgi çekici yorumları getirmesine sebep olmuş.
Filozofa göre insan biçim verendir. Eğer biçim maddenin tersi ise, o zaman "madde" denebilecek bir tasarım yoktur: tasarım her zaman bilgilendiren nesnedir. Diğer bir bakışla: biçim, maddenin "nasıl"ıdır ve madde de şeklin "ne"sidir; o zaman tasarım, maddeye şekli verme ve onu farklı kılma yöntemlerinden biridir. Flusser, tasarımı bir soru sorma süreci olarak tanımladığından görüşlerini tasarımın kader olduğunu belirtecek kadar uç bir noktaya da götürüyor. Plato da, fiziki çevresini kendi elleri ile şekillendiren insanın, kendi kaderini -de- şekillendirdiğini ifade eder. Flusser düşüncesinde de tasarım, bu soru sorma hali ile kaderi ele geçirmeye ve topluca biçimlendirmeye yönelik bir girişimdir.
Filozofun görüşleri, tasarım dünyasında 10 yılı aşkın süredir gündemde olan Maker (yapıcılık) hareketinin de ilham kaynakları arasındadır. İnsanları tekrar yapıcılığa, tasarım dünyasının da bu yapıcı / üretici harekete tekrar odaklanmaya iten, aslında ekonomik koşulların ta kendisidir. Farklılaşan ve yaşamı güçleştiren ekonomik koşullar, insanın iç güdüsel olarak sahip olduğu eski bir becerisini, hayatta kalma iç güdüsü ile yeniden gündeme getirdi; “maker/ yapıcılık” yada “repair / tamir etme“ hareketleri bundan başka bir şey değildir. İnsan, hayatta kalmak için elleri ile üretmelidir.
Benzer bir eğilim yirminci yüzyılın başlarında aşırı endüstriyelleşme ve bürokrasi ile kendi benliklerinden uzaklaştıklarını hisseden Amerikalı elitlerin bu aşırı uygarlaşmanın ortaya çıkarabileceği çürüme için endişelenerek, gerçek hayatla yeniden temas etme arzusuyla ortaya çıkardıkları ve sonraları çeşitli yayınlarda o dönemin terapisi olarak da tanımlanacak “arts and crafts movement / sanat ve zanaat akımı“ nda görülebilir.
Teknolojik gelişimlerin yarattığı bir fırtınanın içinde insanlık artık “bilgi çağı”nı deneyimliyor. Geçtiğimiz yüzyıldan bu yüz yıla miras kalan bir anlayış çalışma hayatındaki kast sistemiydi ancak artık bu durum değişiyor. Makinelerin ve makineleri yaratan - yani beyin gücü ile çalışan - insan grubunun en üst; elleri ile çalışan kesimin ise en alt sırada yer aldığı bir düzenden geliyoruz. Bu düzen yüksek vaadlerine karşılık çok da harika bir dünya yaratmadı ve bilgi toplumunun “elle tutulamayan” soyut temellere bağımlı olması, gittikçe artan güç kaynaklarına ihtiyaç duyması ve çöküşünün bir an kadar kısa olabilecek olması insanlığı git gide kaygılandırıyor. Bu kaygılar içerisinde “el becerisi” tahmin edilmediği kadar büyük önem kazanıyor. Issız bir adada mahsur kalan iki kişiden hangisinin daha mutlu olacağını siz düşünün: Ateş dahi yakmayı bilmeyen bir bilgisayar dehası mı, elleri ile pek çok maharete sahip sıradan bir insan mı? Dünya bugün kritik el becerilerine sahip kişilere, tamircilere, el işi yapan ustalara yüksek ücret ödüyor. Yine ülkemizde çok da har vurup harman savurduğumuz bir konu.
Bir kaç yıl önce, geleneksel yorgancılık işine bir tasarımcı katkısı ne olabilir diye sorup,”alışılmışın dışında bir yorgan niye yok?” diye meraklanarak bir proje yapmıştım. Bu yazıda değindiğim el sanatçısının “yeni” ye olan direnci, buna karşın birlikte çalışmayı kabul eden Cemal Usta ile el işine dair yaptığımız sohbetleri de kısa bir filmde toplamıştık ekibimle. O’nun, buradan ulaşabileceğiniz filmin sonlarında bir yerlerdeki yorumu, yüz ifadesi toplum olarak el işine verdiğimiz önemi özetler nitelikte. Paylaştığım perspektiften bakınca, hala ülke olarak dünyada ortaya çıkan eğilimi ıskalıyor; kendi öz kaynaklarımızı nasıl değerlendireceğimizi ve bununla nasıl bir katma değer sağlayabileceğimizi pek bilemiyoruz.
El işine övgü- bana göre bitecek gibi bir konu değil; daha paylaşmak istediğim çok boyutu var ama bitirsem iyi olur! Buraya kadar sabırla okumuş okur için çok özel insanlardan “el” e dair bir övgü ile noktayı koyayım:
Abidin Dino şöyle diyor, eşsiz el çizimlerinin sunulduğu bir kitabın başına yerleştirilmiş sözlerinde: “Belki ölüme meydan okuma anlamına, mağara duvarlarından tutun, Türkmen oymaklarının düğün bayraklarına, kimi bozkır kerpiç evlerin böğrüne kadar avuçlar, kemik yelpazeler, eller, el damgaları vurulmadı mı?“
Nazım ile birlikte bir resimli kitap planlamışlar. Nazım ona şöyle demiş bir keresinde: “Sen el resimleri yaparsın Abidin, bizim ırgatların demircilerin ellerini… “
“Yaptım da” diyor Abidin, “O babacan, sağlam, yaratıcı tosun gibi elleri. “
Yazımı şu unutulmaz filimle sonlandırıyorum: