Memleketin 776 bin km karelik sınırları çerçevesinde, içinde, içeriğinde ne kadar KÖTÜLÜK varsa tek bir anlayış, tek bir yaklaşım, tek veya sayılı bir-iki gruba atfetmek adet olmuştu. Malum “şamaroğlanlık” rütbesi.
Özellikle 1980-2000ler arası kötülüğün müsebbibi, öznesi ve nesnesi idi onlar. Hemen yakalanmalı, ağır cezalarla susturulmalı, mahkemeler yoluyla cezalandırılmalı, mümkünse asılmalı, hiç olmaz ise zindanlarda bir daha gün yüzü görmemeliydiler.
Bataktan onları kurtaracak TANRI değil, ancak bir ikinci, üçüncü, dördüncü kötülük olabilirdi—belki… Belki başka tüm ülkelerde, hatta dünya ve evrende de bu böyledir. Yeterince araştıramadım henüz, bilmiyorum.
1970, 1980 ve 1990’lardaki başat canavarlar, sol ve PKK; özellikle de Kürtler ve Kürtçe dili idi. Kürtçe, yani anadilini konuşmak! Ama devlet, hükûmet ve toplumun günah keçileri arasına, kısmen daha az görünür de olsa, devlet baskı ve şiddetinden herhalde onlar kadar çeken Aleviler ile Alevi dünya/ahiret anlayışını da eklemek gerekir. (Kim ne derse desin, Alevilik İslamiyet’ten önce de vardı, halen de varlığını sürdürüyor!)
Kürt etnisitesine ilişkin tüm talep ve iddialar yasa-dışı ilan edilmişti. Koskoca Hint-Avrupa dilleri grubundaki Farsça ile çok yakın akraba Kürtçe, memleket yasalarına göre bir dil değildi: Çünkü resmen YOKTU!!! Birilerine göre varsa da, aslında YOKTU: Varlığından söz etmek, hatta Kürtçe hikâye-fıkra, şarkı, Kürtçe türkü ve şarkıları kamunun yayın organlarında yayımlayıp dinletmek bile yasaklanmıştı. Asla unutulmamalı... Bugün hâlâ hapislerde çürümeye terk edilmiş çok çok değerli, kimi hasta Kürt şarkıcılar ve diğer sanatçılar var.
Şükür ki bir kısmı da devletin husumetinden kurtulmak için yurt dışına kaçabildi. O müthiş Şiwan Perver örneğin, çok genç yaşta sılada vefat eden ünlü Ahmet Kaya örneğin.
Ülkede sayıları 15-20 milyona varan bir insanlığa, bir etnik topluluğa ilişkin her şey- onların tüm evreni, hem kendilerine, hem de biz, geri kalan Türkiyelilere yasaktı. Onlardan bahsetmemeli, onların adını anmamalı, tercihen yaşadıkları coğrafyalara seyahat etmemeli, onlara yapılan gündelik haksız-hukuksuzluklardan, çektikleri acılardan, fakirlik, yoksunluk ve yoksulluklardan, yakılan 2 bin 300 köyden, aç ve açıkta kalan 3 milyon insandan, öldürülen Kürt kökenli hukukçu-insan hakları savunucusu-gazeteci ve diğer entelektüellerinden asla-asla söz etmemeli idik. Çıkardıkları gazetelerde çalışmamalı, bu kulvarda dayanışma desteği için birer günlük “yayın yönetmeni” olmamalıydık. Aksi halde kendimizi ya mahkemelerde bulur, ya da beyaz toroslar arkamıza yapışır, peşimizi de asla bırakmazdı.
21. yüzyılın 15 yılında, bu “Bir” (veya İKİ veya ÜÇ), her hal ise, oldu “ Dört”.
O güne kadar kitaplar haricinde, mesela geçmişte siyasilerin işkencecisi* Hanefi Avcı'nın yazdığı, Haliç'te Yaşayan Simonlar’da, varlığını sessizce yürüten ve büyüten, etnik değil, ama Müslüman dini kökenli bir toplumsal hareket büyüyüp yapılandırıldıkça görünür olmaya başladı. Çok yakın bir geçmişte iktidar ile kalp kalbe, gönül gönüle bir yakınlıkları ve birliktelikleri olduğunun milyonlar farkındaydı. Ama ne olduysa oldu, kalpler soğudu, bağlar inceldi.
Nasıl? Neden? Ülkeye kötülük yaptıkları, iktidarı gözetledikleri, bazı yolsuzluklarını ortaya çıkardıkları, dolayısı ile iktidara karşı suç işledikleri iddia edildi.
Derken derken... 2016 yazında bir baktık öznesi epey-epey karışık, iyice kafa karıştıran bir darbe olmuş. Kafalarımız karman çorman. 1. Köprü'nün girişine bir anıt dikildi, yarımız anlamadı, bazımız bir, bazımız bir başka gruba atfetti, canları gerçekten yananlar ise halen yoksullaştırılmış ve acıları ile yalnız bırakılmış, kiminin kafası kesilmiş, işkencelerden geçmiş, kimi, belki cezaevinde sevdiklerini ziyaret ediyor, belki Silivri'deki bitmez-tükenmez hapishane kapılarını aşındırıyor.
Veya darbede hem kocası Erol Olçok (AKP’nin kuruluş sürecinde ismini, logosunu tasarlayan, seçim kampanyalarını yürüten, sloganlarını bulan, partinin kurumsal kimlik çalışmalarını yürüten, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yol arkadaşım” diye nitelediği Reklam Danışmanı), hem de 17 yaşındaki oğlu (Abdullah Tayyip Olçok) aynı dakikalarda-peşpeşe (önce baba-sonra oğul) öldürülen o dirençli ve akıllı insan, Avk. Nihal Olçok gibi tüm duruşmaları izliyor. Elden geldiğince mağdurlara destek olmaya çalışıyor.
Dolayısı ile 21. yüzyılda ülkedeki “Kötülük Özneleri” sayısı bir arttı. Kürtler, ama artık özellikle silahlı PKK, solcular ve Alevilere, Fetullah Gülen'in silahsız hareketi “yoldaş” edildi. 2016 sonlarına doğru “kötü” oldukları sivil ve askeri yöneticiler ve MİT'çe tescillenen, geriye kalan 80 milyonun da çok sorgulamadan kabul ettiği ve varlıklarını sadece burada değil, yurt dışında da sürdüren Fetullah Gülen hareketi.
Şanslıysanız bu topluluklardan hiç birine ait değilsiniz. Şükredin!
Şimdilerde esas SIR bu son, dördüncü grup: FG hareketi. 2016 darbe girişimi sonrasında haklarında bilgi almak son derece zor; hatta tehlikeli bile olabilir. Harbiyeli küçük çocuklar, gencecik öğrenciler niye hapsedildi ve hâlâ hapis, niye tanınmış üst düzey siviller ve yüksek rütbeliler ve tanınmamış çokluklar öldürüldü, “başlar niye kesildi?”, "niye işkence gördüler?" diye sormak bıçak sırtı bir durum. İsimleri saymıyorum, ne olur ne olmaz. “15 Temmuz 2016 gecesi Akıncı Üssü'nde neler oldu”, “1. Köprü'de kim kimi öldürdü?” vb. soruları sormak ise hiç akıl karı değil. Başınıza ne geleceği belli olmaz.
Siz-siz olun, tehlikelerden uzak durun.
Ama bir damla vicdanınız var ise, sesini, kalemini TV haber kanallarında, gündelik gazetelerde artık duyuramayan, yurt dışına kaçmış/taşınmış dindar, sağ ve dinsiz veya az dinli soldan çok sayıda ve çok değerli Türkiyeli gazetecinin, YouTube kanallarındaki müthiş haberleri bir izleyin. Kendinizi, ufkunuzu yenileyin; ve farklı bir içerik ve bağlamda dünya kaç bucakmış geçmiş anlayışlarınızı geliştirip düzelterek ülkede olup bitenleri yeniden kavramaya çalışın.
* Bu bilgiyi uzun yıllar cezaevini mekan edinmiş, ne acı ki, gencecik yaşta müteveffa, çok değerli insan hakları savunucusu Şaban Dayanan'dan öğrenmiştim. Bir konuşmamızda Hanefi Avcı'yı tanımlarken, heyecanla “işkencecim” tabirini kullanmıştı.