Brexit’in gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak ekonomik sorunların ötesinde Birleşik Krallığı bir arada tutmak da güçleşecektir. İrlanda’da mezhepler arası çatışmaların yeniden başlama ihtimali, İskoçya’da ise ayrılıkçı hareketin bir kez daha bağımsızlık için bastırması ve bu kez başarılı olması ihtimali güçlü.
Toplumsal bilinçaltının en derinlerine, Osmanlı yıkımının hafızalarda bıraktığı tortunun bir sonucu olarak İngilizlerin her şeye kadir oldukları hatta perde arkasından hala dünyayı yönettikleri inancı yerleşmiş bir ülkede Brexit’in nasıl bir felaket olduğunu anlatabilmek kolay değil. Başbakanken Binali Yıldırım’ın “İngiltere zaten AB’den çıkmayacak ki” sözlerinde simgeleştiği gibi, tüm bu yaşananların bir oyun olduğuna, İngiltere’nin o geleneksel tilki kurnazlığıyla bir aldatmacayı tezgahlayıp sonunda kendi çıkarına çok uygun bir sonuca varacağına neredeyse kesin gerçek gözüyle bakanların ülkesindeyiz.
İnsanın aklına birbirine zıt siyasetlerin insanlarına hizmet veren, müthiş dalavereci Fransız diplomat Talleyrand’ın ölüm haberi alındığında “Acaba bu haberde ne çıkarı var?” dediği iddia edilen devlet adamı geliyor!..
İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Galler’den oluşan Birleşik Krallığın 2016 yılının haziran ayında, tam anlamıyla bir gaflet anında dönemin Başbakanı David Cameron’un ülkeyi “AB’de kalalım mı çıkalım mı?” sorusuyla referanduma götürmesiyle giderek tüm boyutları daha net ortaya çıkan bir kâbus başladı. Geçen hafta Muhafazakâr Partili Başbakan Theresa May’in AB ile vardığı Brexit anlaşmasını Parlamento ezici bir çoğunlukla reddetti. May istifa etmediği gibi hakkında muhalefet lideri Jeremy Corbyn’in verdiği güvensizlik önergesi de az bir farkla da olsa reddedildi. İki yıldır süren müzakerelerin ardından, çıkış tarihi 29 Mart’a kadar kalan yaklaşık iki buçuk aylık sürede ne olacağını kimse kestiremiyor.
Belirsizlik bugünkü siyasi ortamın en belirgin özelliği.
Referandumun kendisi her türlü rezillikle malûldü. Boris Johnson gibi bir demagog şarlatan, Parti liderliğini bu şekilde ele geçirebileceğini umduğu için aklına gelen her yalanı söyledi. Dominic Cummings ve Michael Gove gibi sahte cennet satıcıları, AB’den çıkınca tazminat olarak ödenmesi gereken 50 milyar sterlinden hiç bahsetmeden, serbest kalacak paralarla Ulusal Sağlık Hizmetlerine haftada 350 milyon sterlin daha fazla harcanabileceğini söylediler. AB’de kalmanın ülkedeki milyonlarla ölçülen göçmen sayısına Ada kıyılarına dayanacak 70 milyon Türk’ün de içeri girmesine yol açacağını savundular.
Eski Başbakanlardan Gordon Brown’ın bir dostuna söylediği gibi “Muhafazakârlar, İşçi Partisi’nin sırtından ‘hayır’ oyu çıkmasına” oynuyorlardı. Ne var ki “o oylar İşçi Partisinde yoktu”. Nitekim aşırı sağcılar, yerelci muhafazakârlar ve kırsal bölgelerin genelde yaşlı seçmenlerinin yanı sıra piyasa köktencisi bir küreselleşme anlayışının sillesini yiyen işçi sınıfı da küçümsenmeyecek bir bölümüyle Brexit lehinde oy vermişlerdi.
Gerçekten de Britanya’daki bölgeler ve sınıflar arası eşitsizliği göz önünde bulundurmadan yapılacak her türlü değerlendirme eksik kalır. Brexit kararı büyük ölçüde bir protesto ve haykırış oyuydu da.
Brexit üzerinden prim yapmak isteyen muhafazakarların bir kısmını da şaşırtan şekilde oylamadan AB’yi terk etme sonucu çıkınca blöf gerçeğe dönüşüverdi. O noktada da Brexit’in alevlendirdiği fanteziler gerçekle yüzleşmenin darbesiyle darmadağın oluverdiler.
Aslında Brexit karşıtı iken, David Cameron’un istifasıyla kazandığı Muhafazakâr Parti liderliği koltuğunda Brexit’çi olmak zorunda kalan May iki yıl olmayacağı oldurmaya çalıştı. Partisindeki azılı Brexit’çileri yatıştırmaya çalışırken AB’den ödünler koparmaya çalıştı. İçeride şahin dışarıda “son şansınız benim” tavrıyla iki tarafı idare etme çabaları sonuç vermedi. Brexit kararı, bu kararın olası sonuçlarının anlaşılması, AB’nin özellikle İrlanda sınırı konusunda geri adım atmaması, Brexit’in ülke siyasetinde yaratacağı derin hasarın giderek daha iyi kavranması neticesinde “biz bu beladan nasıl kurtuluruz” arayışının giderek daha güçlenmesine yol açtı.
Şu anda Britanya’nın önündeki seçenekler sert Brexit denilen AB’den anlaşmasız çıkış; May’in imzaladığı anlaşma üzerinde biraz oynayarak belki Norveç ve hatta Türkiye gibi Gümrük Birlik’li bir model yahut yeni bir referandum… Aslında yeni bir referandum için siyasi şartlar güçlü. Şöyle ki, 2016’da Brexit’in maliyeti bilinmiyordu, Rusya’nın da katkıda bulunduğu anlaşılan bir yalan bombardımanı altında sandığa gidilmişti. Bugün gerçekler iyice ortaya çıktıktan, maliyetler anlaşıldıktan sonra milli iradeyi daha doğrusu milli çıkarı daha iyi yansıtacak bir değerlendirme yapılabilir. Üstelik demografik olarak daha yaşlı, daha az eğitimli ve ağırlıklı olarak Galler ve İngiltere taşrasının iradesini yansıtan bu kararın toplumun genç kesiminin geleceğini de ipotek altına aldığı iyice belirginleşti.
Brexit’in gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak ekonomik sorunların ötesinde Birleşik Krallığı bir arada tutmak da güçleşecektir. İrlanda’da mezhepler arası çatışmaların yeniden başlama ihtimali, İskoçya’da ayrılıkçı hareketin bir kez daha bağımsızlık için bastırması ve bu kez başarılı olması ihtimali güçlü. Bunların yanı sıra Trump Amerika’sının Birleşik Krallık’a, alternatif bir dayanışma merkezi oluşturması söz konusu değil.
Hangi seçeneğin öne çıkacağını kestirmek halen mümkün değil. Muhalefetteki İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in kendisi de aslında AB’den pek haz etmediği için ne 2016’da AB’de kalma yanlısı bir tavır aldı ne de şimdi biz daha iyi bir Brexit anlaşması yaparız dışında bir şey söyledi. Corbyn’in derdi bir an önce seçime gidilmesi ve iktidara gelmek. Gelirse ikinci bir referanduma yeşil ışık mı yakar yoksa kendi gençliğinin anti-emperyalizm hülyasıyla Brexit’in peşinden mi koşar, onu zaman içinde anlarız.
2016’nın koşulları, söylenen yalanlar, kampanyanın gidişi ve Britanya’yı neyin beklediğinin bugün o güne göre çok daha netleşmiş olması Parlamento’nun ikinci bir referanduma gidilmesi kararını vermesini en gerçekçi ve kanımca en demokratik seçenek haline getiriyor. Eğer Britanya siyaseti ve kendi ülkelerinin insanlarına bir bakıma ihanet etmiş olan muhafazakar seçkinler bugünkü çukurdan ülkeyi çıkarmayı beceremezlerse bir zamanlar dünyayı yöneten, “üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” hazin ve biçare bir kadere kendisini nasıl mahkum ettiğini hep birlikte izleyeceğiz.