Vicdan, dünyadaki kötülükler ve adaletsizlikler karşısında bir isyanla vecde gelen ahlakın etkin bir kuvvetidir. Ahlak, kendisini sanatla ve eski zamanlardan bugüne kadar genellikle şiirle ifade eder; çünkü şiir vicdanın sesidir. Şair kelimeleri imgelere dönüştürürken hakikatin farklı tecellileriyle söze hulul etmesine imkân verir. Böylece hak, sözde vücuda gelir ve dil varlığın evi olur. Kelimeler dilin içinde hareket edip yer değiştirirken anlamı çoğalır ve düşünce gelişir. Dolayısıyla düşünceyi üreten akıl değil, dildir. Her şey dilde olup biter, dünya dilden ibarettir. Nitekim şeyleri kelimelerle ayırt ederiz ve biliriz. Bir şeyin veya bir olayın bilgisi ve anlamı dilde üretilir.
Ama aklın gözünü, her şeyi neyseler öyle gören bir “objektif” olduğunu sandığımız için, hakikati de dışımızda keşfedilmeyi bekleyen bir varlık sanıyoruz. Oysa hakikat var değildir; ancak oluşur. Hakikat, onu görmek, seyretmek için bakıldığı anda oluşan, görülen bir görüntüdür. Dolayısıyla her bakan gözün görme biçimleri vardır. Her görülen de dilde kelimelerle anlatılır. O yüzden kadim dünyada şairler hakikatin efendileriydiler, şiir de şuurun temeliydi. Şairler şiirle vicdanın sesini topluma duyururken, toplumun, içinde yaşadığı dünyaya dair şuur kazanmasına da hizmet ediyordu.Charles Baudelaire
O yüzden sözlü kültürün hâkim olduğu bizim gibi geleneksel toplumlarda şairler aynı zamanda düşünürlerdir. Kadim dünyada filozofların, şairlerden hakikatin efendiliğini almalarını sağlayan olay, yazılı kültürün gittikçe başat hale gelmesiydi. Nihayet, matbaanın gelişip yazının yayıldığı modern toplumlarda artık teorisyenler topluma şuur taşıyan bir rol üstlenmişlerdir. Şairlerse modern dünyanın en melankolik sanatçıları ve romantik eleştirmenleri olmuşlardır.
19'uncu yüzyıl şiirin hüzün dönemidir. Eskiye ait bütün değerler ölmektedir. Akılcılaşma dünyanın büyüsünü bozmaktadır. Teknoloji, özellikle ulaşım ve iletişim teknolojisi insanı yersizyurtsuz hale getirmektedir. İnsan artık özgürdür, ama kendisini boşlukta ya da hiçlikte bırakan bir özgürlüktür bu. Castoriadis’in İlkçağdan bu yana Avrupa insanlığının politik projesi olduğunu söylediği özerklik, yani kendi koyduğu yasalara dayalı yönetim biçimi, iktidarı hayatın her alanına sirayet ettirmiştir. Böylece modernliğin bedeli, insanın anlamını ve gizemini yitirmiş bir dünyada, disipline edilmiş bedeniyle dik durmaya çalışırken, huzur bulabileceği bir maneviyattan yoksun kalması olmuştur. Bu da şairler için yaşam kaynaklarını tehdit eden bir iklim değişikliğine neden olmuştur. Nitekim bu dönem şairlerinin ya ömürleri kısa sürmekte ya da ruhları, buharlaşıp havaya karışan geleneksel Avrupa tininin arasında kaybolup gitmektedir.
Novalis daha 19. yüzyılın başında 29 yaşında ölmüştür. Hölderlin 73 yaşına kadar yaşasa da, hayatının yarısını deliliğin gölgesinde geçirmiştir. Gérard de Nerval de daha genç yaşta, 47 yaşında aşk acısıyla bunalıma girerek intihar etmiştir. Baudelaire’in melankolik bir dandy olarak yaşadığı hayat kısa sürmüştür (46 yıl). Hepsi de canlılığını yitirip mekanik bir düzene tabi olan hayatın doğal döngüsünü sürdürmesi için belli bir amaca göre edimde bulunan bir kelebek ya da yusufçuk gibi kısa ömürlerinde kelimelerden kelimelere konarak, polenler misali yazılar taşıyarak şiirle ve diğer yazın türleriyle dili güzelleştirmeye ve dilin imkanlarını genişletmeye çalışmışlardır. Fransızcada edebiyata “güzel yazılar” (belles lettres) denmesi bundandır belki. 19. yüzyılın şairleri, halesini yitiren dünyaya sözle ördükleri taçlar giydirerek manevi bir hava vermişlerdir.
Felsefe, edebiyat ve sanat alanlarındaki (bunlara son zamanlarda Hint ve Çin mistik düşüncesi de eklendi) yazılarını ilgiyle takip ettiğim Ahmet Soysal, Mistik Taç adlı kitabında, 19. yüzyıl Fransız şiirinden bir seçki sunuyor. Soysal, kitaba ad verdiği deyimi Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nde yer alan dizelerden almış:
Biliyorum ki acı biricik asilliktir,
Yeryüzü ile cehennemin asla ısırmayacağı,
Ve örmek için mistik tacımı, bütün zamanları
Ve bütün evrenleri dayatmam gereklidir.
Soysal, kitapta, ait oldukları kuşaklara göre, sırasıyla Nerval, Baudelaire, Rimbaud ve Mallarmé’nin yapıtlarını ele alıyor ve sonra her şairden 24’er şiirin kendisi tarafından yapılan çevirilerini sunuyor. Soysal, kitabın öndeyişinde, kitabın adındaki “mistik” kelimesi hakkında bir sorunsala dikkat çekiyor. Soysal, şairlerin düşünceleri ve dinle ilişkileri bakımından ele alındığında Mistik Taç adının biraz eğreti gelebileceğini belirtiyor. Çünkü, bu şairlerden hiçbirinin dinsel anlamıyla mistisizm ile bir alakaları yoktur. Mistisizm asıl olarak Tanrı’ya yönelik tutkulu bir inanç durumunu ifade eder. Soysal’ın dediği gibi, “Bu durum, belki ancak, o da deliliğin özel koşullarında, Nerval’in son dönemi için söz konusu olabilir.”Stephan Mallarme
Soysal, “mistisizmin bir de olağan olmayan anlamı var”, diyor ki ben ona dinsel olmayan demeyi tercih ediyorum. Mistisizmin metafiziksel ve felsefi boyutları da vardır ve mistisizmle bu çerçevede ilgilenmek için illa bir dine bağlı olmak veya Tanrı’ya inanmak gerekmez. Felsefenin ontolojik ve etik sorunları üzerine düşünürken; varlık, yokluk, hakikat, hayal gibi konular hakkındaki tartışmalar ister istemez metafizik düşünceden mistik düşünceye kapı aralar. Çünkü kozmolojik sorular ve hayatın anlamına dair arayışlar bir sırrı öğrenmek veya bir gizemi çözmek üzere insanları derin düşünceye yöneltir. İlkçağ felsefesinden 20. yüzyıl varoluşçuluğu ve çağdaş yaşam felsefesine kadar bu minvalde bir düşünce felsefe tarihinde güçlü bir gelenek kurmuştur. Bu gelenek içinde yer alan filozofların, Platon’dan Heidegger’e, Leibniz’den Wittgenstein’a kadar, birçoğunun mistik yönelimleri vardır. İşte Mistik Taç’taki şairler için de böyle mistik yönelimleri olduğu söylenebilir. Nitekim, Soysal da mistik sıfatını şairlerin, “sözcükler aracılığıyla bir bilinmeyene, bir yeniye, bir kurtuluşa erişme çabasını” belirtmek için kullanıyor. Soysal’ın belirttiği gibi, “Bu durum, buradaki dört şairin hepsi için geçerli ve bunun kanıtı, onların bizzat yapıtlarının önemli noktalarında mistik, gizem (mystére) gibi sözcüklerin kullanımıdır.”Gerard de Nerval
Nerval’in şiirdeki başyapıtı on iki soneden oluşan Les Chiméres’in yedi sonesi daha önce Mysticisme başlığıyla yayınlanmıştı. Baudelaire, şairin mistik tacını örmesinden söz ederken, onun göz kamaştırıcı ve aydınlık, saf ışıktan oluşan güzelliğine işaret etmişti. Baudelaire, şairin amacının hakikate erişmek değil, güzellik üretmek olduğunu belirtirken, bu üretimin kaynağının acı olduğunu vurgulamıştır. Rimbaud’nun başyapıtı İlluminations’ta yer alan bir şiirinin başlığı Mystique’dir. Nerval, Baudelaire ve Rimbaud’da Hıristiyanlıkla değişik tarzlarda bir bağ da görülebilmektedir. Mallarmé’de ise ateist ya da din dışı bir maneviyat arayışı söz konusudur. Mallarmé, İlkçağ pagan gizemlerine, hatta Hıristiyan gizemlerine ilgi göstermiştir.
Dolayısıyla dört şairin hepsinin ister dinsel boyutta ister metafizik boyutta olsun mistik bir yanlarının olduğu söylenebilir. Her ne kadar, buradaki her bir şairin din ile sorunlu ilişkileri var ise de, mistisizm ile ilişkileri daha yakındır. Çağdaş edebiyat eleştirisi, genel olarak, bu dört şairin mistik yönelimini ele almaktan imtina etmiştir. 20. yüzyılda avangard akımlar ve sanatçıların çoğu, din dışı, hatta genellikle din karşıtı yaklaşım gösterirken, mistik yaklaşımları büyük ölçüde dışlamışlar ya da yok saymışlardır. Yine de Fransa’da Antonin Artaud ve Georges Bataille gibi, Almanya’da Stefan George ve Rainer Maria Rilke gibi buna istisna oluşturan sanatçı ve şairler vardır. Türkiye’den de Necip Fazıl Kısakürek, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç gibi şairlerin adları zikredilebilir (Bu konuda bkz. Ahmet İnam, “Türk Şiirinde Mistik Yönelimler, Yeni Dergi, Sayı: 111, 1983).
Kitapla ilgili bir başka sorunsal da, neden bu dört şairin seçildiğiyle ilgilidir. Elbette başka birçok önemli şair vardır. Ama bu dört şair 19. yüzyılda modern şiirin ortaya çıkmasında öncü bir rol üstlenmişlerdir. Nerval, ikinci kuşak Romantiklerdendir. Ondan sonra gelen Baudelaire, Rimbaud ve Mallarmé, modern şiirin üç büyük yaratıcısıdır. Nerval, modern şiire etki bakımından, bu üç şairin gerisindedir. Ayrıca Nerval, diğerlerine göre öyle çok sayıda “büyük şiir” yazmamıştır. Soysal’ın deyişiyle, “Diğer üçü, üç devdir, üç şiir canavarıdır.” Rimbaud’nun şiirdeki dehası herkesi hayran bırakmaya ve şaşırtmaya devam edecek büyüklüktedir (Rimbaud’nun özgünlüğü üzerine Yves Bonnefoy’nın kitabı burada anılmaya değer). Baudelaire, şiirleri ve denemeleriyle, modern şiirin ve sanat eleştirisinin kurucusu sayılabilir(Modern Hayatın Ressamı adlı kitabında eleştirideki gücünü göstermektedir). Mallarmé ise edebi deneylemeyi en uca götürendir ve düşünürlerin ilgisini en çok çeken odur (Bu düşünürlerin arasında Blanchot, Derrida ve Ranciére gibi önemli isimler vardır).
Soysal’ın kitapta sunduğu çevirilerin bazıları, önceki yıllara ait olup, bu kitap için gözden geçirilmiş ve yenilenmiş. Şiirlerin hepsinin orijinali kafiyeli ve ölçülü olsa da, Soysal, onları hem ölçülü hem de kafiyeli çevirmenin, uydurmayı kaçınılmaz kılacağı için boş bir uğraş olacağını söylüyor. Soysal geçmişte hem kafiyeli hem de kesin uygunlukta karşılıklar vererek çevirmeyi olanaksız saysa da; artık bunun belli şiirler için olanaklı olduğunu kabul ediyor. Soysal, yöntemini şu dört koşulda özetliyor: 1. Anlamı (ya da Mallarmé’de sıklıkla söz konusu olduğu gibi çok-anlamlılığı) mutlaka korumak; 2. Sözcük sırasını, dolayısıyla “imge” sırasını, elden geldiğince korumak; 3. Uydurma sözcük kullanma zorunluluğu olmadan elden geldiğince kafiye bulmak; 4. Bütün bunları yaparken, Türkçe’nin gramer yapısını ve zerafetini korumak. Yine de en önemli koşulun anlamı iyi aktarmak olduğunu düşünüyor.
Kitabın ilk bölümünde, şairleri ve yapıtlarını ele alan, onları açık seçik anlatan dört deneme yer alıyor. Şiirle ve şiirsel düşünceyle ilgilenenler için güzel bir kitap.