Geçen cuma günü yayımlanan yazımı şöyle bitirmiştim:
“Evet, Sayın Erdoğan seçilmiş bir cumhurbaşkanıdır. Ancak seçildiği an, Anayasa’nın açık hükümlerini yok saymış, gelişen siyasal olayları yozlaştırmış, seçim kanunlarının ilkelerini bertaraf etmiş, memleketini demokratik seçimlerden de mahrum bırakmıştır."
…
"Yurttaş olarak hiçbir şey değişmeden seçim sonucu olarak açıklanacak gayri meşru ilanları tanımayacağımı açıkça beyan ediyorum. Seçim oyununda ne oy veririm, ne de sonuçlarına saygı gösteririm.”
Yazıya tepkileri özetledikten sonra görüşümü yazacağım.
Sosyal medyanın imkanıyla küfür edenler var; önce onları yok sayıyorum.
İkinci grup, beni muhalefet partisinin sözcüsü sayarak fikir yürütenler. Maalesef bir partim yok; özellikle bugünlerde memleketime hizmet edebileceğim bir partimin olmasını çok isterdim.
Üçüncü gruba, AK Parti iktidarının bazı girişimlerine destek verdiğimi hatırlatarak, fikir değiştirmem nedeniyle beni suçlayanları topluyorum, o zaman veya şimdi yazdıklarımın yanlışlığını belirtiyorlar. Bir kesim de, kullanıldığım iddiasındalar.
Konumuz seçim işlemlerinin ilkeleri; bu tartışmanın öznesi ben değilim; beni özne saymaya devam ederek, 79 milyon insanın meselesi açıklanamaz. Bu tartışmanın içinden beni koparmak da, tartışmayı bitirmez, çünkü sorun benden bağımsız ortadadır, vardır!
O halde, bu üç grubun görüşlerini kendilerine bırakıp, sorunun özüne dönmeliyiz.
Bu durumda, iki soruyu cevaplamamız gerekecektir:
Birincisinin cevabı kolay: Oy vermemek çözüm değildir, ama oy vermeyenler sorunun doğru tanımlanmasını sağlayabilirler.
Oy vermeyeceğini açıklayanlar, seçim ilkelerinin neler olduğunu, bunların nasıl yozlaştığını, yozlaştırmaya kimlerin izin verdiğini, kimlerin engel olmadığını; seçim ilkelerine uyulup uyulmaması arasındaki ince ve kısa farkların neler olduğunu; ilkelere özellikle iktidar partisinin uymaması halinde, yasalarda yazılanları değil, merkez ve yerel iktidar yöneticilerinin söylediklerinin geçerli olacağını, seçim öncesinde ve devamında, muhalefetin söylediklerinin değil sadece iktidarın görüşlerinin yaygınlaştırılacağını anlatacaklardır.
Oy vermeyeceğini açıklayanların sayılarının artması seçimleri “iktidarın bayramı” olmaktan çıkarır, bütün siyaset adamlarının bayramına dönüştürür.
Yozlaşmış seçim propagandası, devlet yönetimi ve bürokrasisinin de çürümesi sonucunu verir. Bir ülke halkının böyle çürümüş kadrolara teslimi, bir dikta idaresinin seçim oyunu oynamadan ülkeyi yönetmesinden daha kötü sonuçlar verir. Öyle bir ülkede, yerleşmiş gelenekler, kültürel değerler, ahlaki inançlar zayıflar, yok olur…
Ülkenin adıyla neredeyse eşit anlama gelen liderlere birey kültü denilmiştir. Devlet başkanlığına seçimle gelen, Adolf Hitler, Nicolae Ceaușescu, Benito Mussolini gibi birey kültleri seçimle gidememişlerdir.
Sayın Erdoğan’ın günümüzün birey kültü haline dönüşümü sürmektedir.
Bu dönüşümün başlangıcı 2011 seçimleri; açık tamamlanması da Cumhurbaşkanlığı seçimleridir.
2012’de Cumhurbaşkanı adaylığı, başbakanlık ve parti başkanlığı ile birleştirilebilmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları açıklandıktan sonra, anayasanın Cumhurbaşkanı'na, Meclis Başkanı'na, cumhuriyet başsavcısına verdiği görevler yok sayılmıştır.
2014 yılından sonraki seçimlerde televizyon yayınlarının eşitlik ve adalet içinde yapılmasına dair Yüksek Seçim Kurulu'nun ilke kararı, adı konulmadan ve hiç söz konusu edilmeden görmezliğe gelinmiştir.
2014 yılından bu yana, anayasanın birçok hükmü ihlal edilmiş, seçim kanunlarında ilke olarak konulmuş kural, fiili olarak veya dolaylı kanunlarla yürürlükten kaldırılmıştır.
Ve daha bir çok seçim ilkesi ve kuralı, bilinen biçimde yozlaştırılmıştır.
Evet soru budur; seçimin yozlaştırıldığı bir ülkede çözüm nedir? Çözüm yolu var mıdır?
Çözün yolu bulanlar; buldukları çözümü açıkça yazmalı, söylemelidir!
Çözüm yolu söylenemiyorsa, “oy vermiyorum” diyenlere hak verilmelidir.