"Hayatın gerçeklerini ortaya çıkarmak için büyük bir sabır ve özveriyle uğraşanları böylesi söz oyunlarıyla karalayan 'soylu' insanlardan olmaktansa, kendini ve haddini bilen, gerçeğe saygılı bir maymunun soyundan gelmiş olmayı yeğlerim."
160 yıl önce Charles Darwin'in Türlerin Kökeni adlı çığır açıcı eseri İngiltere'de yayımlandıktan hemen sonra kopan şiddetli tartışmalarda en ön safta olmuş doğabilimci Thomas Henry Huxley (ki kendisine "Darwin'in buldoğu" denmiştir), yukarıdaki sözleri Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce'a yönelik telaffuz etti.
Piskopos, Darwin'in kitabının "Kutsal Kitap"taki yaratılış anlatısını geçersiz kılmasıyla ciddi bir sarsıntı içindeki "Ruhban"ın sözcüsü olarak Oxford'da Britanya Bilim Geliştirme Derneği'ndeki tartışmada Huxley'e sözüm ona "şaka" olarak şu mütecaviz soruyu yöneltmişti: "Siz, büyükbabanız tarafından mı yoksa büyükanneniz tarafından mı maymundan geliyorsunuz?!"
İşte, Huxley'in, tabiri caizse "Papaz'a, papazı bulduran" yukarıdaki sözleri, bu soruya yanıttır.
Bütün bu tartışmalar olurken Darwin ortada yoktur.
O, 20 küsur yılı aşkın zamandır beklettiği, bir türlü yayın haline getirmediği çalışmalarını nihayet kitap olarak piyasaya sürmüş, onu adeta bir "saatli bomba" misali orta yere bıraktıktan sonra köşesine, daha doğrusu inzivaya çekilmiştir.
Darwin aslında hep inzivadadır.
1830 başında Kraliyet gemisi H.M.S Beagle ile dönemin imkân ve şartları düşünüldüğünde muazzam bir fırsat olarak önüne çıkmış beş yıllık doğa-araştırma gezisindeki bilimsel gözlem ve bulgularından çıkan sonuçların zihninde ve ruhunda yarattığı sarsıntıyla başa çıkmaya çalışmaktadır o.
Darwin o gemiye İncil'de yazılı olanları "Doğa"ya doğrulatmak için çıkmıştı.
Tam aksi sonuçla karşılaştı. Doğa, Kutsal Kitap'ı yanlışladı.
İnançlı bir Protestan olan Darwin o araştırma gezisinden itibaren yıllarca ne yapacağını bilemez halde iki arada-bir derede geçirdi ömrünü.
Araştırma sürecinde gözlemlediği olgulara mı itibar edecekti, yoksa inancına dayanak olan anlatıda yazanlara mı?..
Aklıyla kalbi arasında oluşan gerilimde, kâh bilimsel emeğinin hakkını verememenin hüznü, kâh inancının altını oyma endişesi içinde iki on yıl geçirdi. Belki bu ikilemden hiç sıyrılamayacaktı da…
Ama Pasifik'in öte ucundan gelen bir mektup her şeyi değiştirdi, bu ikilemi giderdi.
Malay Takımadaları'nda, tıpkı on yıllar önce Darwin'in Galapagos Takımadaları'nda yaptığına benzer araştırmalar sürdüren bir başka İngiliz doğabilimci, Alfred Russel Wallace, "üstat" saydığı Darwin'e bir mektup göndermişti. Mektup, Darwin'in yıllarca sürmüş yoğun uğraşla oluşturduğu ama bir türlü yayınlamaya cesaret edemediği "doğal seçilim yoluyla türsel çeşitlenme" kuramını birkaç sayfada özetleyen bir içeriğe sahipti.
Wallace, Darwin'le aynı sonuçlara varmıştı: Türsel çeşitlilik, aynı canlılık özünden köken almakta olup, çok uzun zaman içinde, değişen doğal koşullara uyum (adaptasyon) sürecine bağlı olarak ortaya çıkmaktaydı. "Kutsal anlatı" ile karşılaştırmaya oturtulacak olursa, birbirinden farklı envaı çeşit canlı türleri ta en başta da bugün nasılsalar öyle yaratılmış olmayıp, ortan bir kökten zaman içerisinde farklılaşmalarla bugünkü çeşitliliğe varılmıştı.
Bu durum karşısında, daha öncesinde inanç plânında kayıpta olacağı kaygısıyla yıllarca gözlemlerini, bulgularını ve kuramını paylaşmaktan kaçınan Darwin, Wallace'ın cesaretli çıkışıyla şimdi bilim plânında, yani bir doğabilimci olarak kayıpta olacağı kaygısına kapıldı.
Fakat "zamanın ruhu" ondan yanaydı.
Dönemin bir diğer önemli bilim insanı, yerbilimci Charles Lyell başta olmak üzere Darwin'in arkadaşları, dünyanın öbür ucundaki Wallace'ın yokluğunda onun yazısıyla Darwin'in yıllardır saklı kalmış notlarını "ortak bir bildiri" formunda Linneaus Derneği'nde 1858 yılı temmuz başında okudular (Darwin orada da yoktur; kızıl hastalığından mustarip, yatmaktadır).
İzleyen yıl, 24 Kasım 1859'da yani 160 yıl önce bugün, Darwin'in abideleştirilen eseri Türlerin Kökeni (uzun adıyla, "Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Avantajlı Irkların Yaşam Mücadelesinde Korunması Üzerine") yayımlandı (yayım tarihini 22 Kasım olarak veren kaynaklar da var).
Wallace ise bu ani ve "atlatma" gelişmeden bihaber, binlerce kilometre uzakta Malezya'da çalışmalarını sürdürmektedir. Darwin'in kitabı ona orada ulaşır.
Türlerin Kökeni, kanımca iki eksende değerlendirilebilir. Birincisi, onun yeni ortaya çıkmış bir insan dünyasının, daha açık deyişle, burjuva-kapitalist insanlık halinin bir "dünyevi-maneviyat manifestosu" olduğudur.
Kitap, 19'uncu yüzyıl "Viktorya İngilteresi"nin mekanik-materyalist bilim geleneğiyle tıpa tıp uyarlıdır. Marx ve Engels'in diyalektik ve tarihsel materyalizm anlayışları ile bağdaştırılması mümkün olmayan bir düşünsel yörüngeye sahiptir.
Bu doğrultuda Darwin'in evrimsel düşüncelerini besleyen ana kaynağın endüstriyel kapitalizm olduğunu ifade etmek gerekir. Stephen Jay Gould, Darwin'in yaptığının, Adam Smith ekonomisini doğaya transfer etmekten öte bir şey olmadığını söylerken bunu anlatmak istemektedir (S. J. Gould, Ever Since Darwin – Reflections in Natural History, Penguin, 1981).
Dolayısıyla Türlerin Kökeni, Darwin'in düşünce çerçevesinin altyapısını/arkaplânını oluşturan sosyal evrimci-liberal kapitalist "matriks"e ödenmiş bir borçtur. Bu bakımdan kitabın kapitalist statükoya hizmet eden bir yanı olduğunu teslim etmek gerekir.
("Sosyal-Darvinizm tabirini diline dolamış pek çok kişi, kültürel evrimciliği Darwin'e ve onun biyolojik evrim kuramına borçlu olduğumuzu ileri sürerler. Tam tersidir. Darwin'i var eden, onu önceler mahiyette sosyal ve ekonomik planda varlığından söz edilen "evrim" fikri ve bu anlayışın pîri, dolayısıyla da "evrimin peygamberi" nitelemesiyle anılan düşünür-sosyolog Herbert Spencer'dir.)
İkinci değerlendirme ekseni olarak, Türlerin Kökeni'nin insanı canlılar dünyasında olması gereken "mütevazı" yere oturtma ve onu doğa karşısında üstün ("şerefli") konuma yerleştiren semavi din anlayışının sarsıntıya uğratılması yolunda yeni bir sayfa açtığını kaydetmek gerekir. Yazımızın başında aktardığımız Huxley-Wilberforce kapışmasının özünde bu yatar.
Darwin'in kitabı yayımlandığında, özellikle dinsel iktidarı temsil edenler ve onlarla içli dışlı olanlar nezdinde kitabın içeriğinden ziyade, "İnsanın Âdem Baba'dan değil maymundan geldiği"nin savunulduğu "suçlaması" öne çıktı. Hâlbuki Darwin, Türlerin Kökeni'nde bu konuya girmemiştir. Bunu daha sonra yayımlanacak İnsanın Türeyişi adlı kitabında değerlendirip tartışmaya açacaktır.
Buna rağmen, canlıların ortak bir kökten çıkış bulduğu düşüncesinin doğabilimci yöntemsel titizliği içinde bilimsel gözlemlere dayanılarak temellendirildiği Türlerin Kökeni'nin, insanı "cennetten inme" değil "maymundan gelme" yaptığına dair spekülasyonlar almış yürümüştür.
Sonuçta Darwin'in bu çalışmasının, insan denen canlıda, onun kendi dışında kalan varlık ve varoluş alanı karşısındaki "kültürel" kibri kırdığı bir gerçektir. Kitap, insana, hanidir kaybettiği "hayvanî tevazu"yu; yani doğaya bağlı, onun parçası ve ona tâbi bir canlı olduğu gerçeğini hatırlatmak bakımından çok önemli ve evet, "devrimsel" bir rol oynamıştır. Bu bakımdan da Darwin'in pratiğini "evrim devrimi" olarak nitelendiren Rebecca Stefoff'a hak vermek gerekir (R. Stefoff, Charles Darwin – Evrim Devrimi, Çev. İ. Kalınyazgan, TÜBİTAK, 2004).
Aslına bakılırsa, Türlerin Kökeni'nin tetiklediği tartışmalarda öne çıkan "insan maymundan gelmedir" ifadesi yanlıştır yanlış olmasına, ama Darwin'e karşı çıkan dinsel açıklama yanlılarının ileri sürdüğü tarzda bir yanlışlık değildir bu.
"İnsan maymundan gelmedir" ifadesi yanlış, çünkü insan bizatihi maymundur.
İnsan iki ayağı üzerinde dik yürüyen bir maymundur.
İnsan, Türlerin Kökeni'nin piyasaya çıkmasından neredeyse 100 yıl sonra yazdığı, ama buna rağmen 1960'ların sonunda Darwin'le aynı linç kampanyalarına maruz kalmış zoolog Desmond Morris'in kitap başlığında da kaydedildiği üzere, bir "çıplak maymun"dur (D. Morris, Çıplak Maymun, Çev. E. Darıca, Sander Yayınları, 1980).
Anatomik, morfolojik, davranışsal olmaktan öte moleküler biyoloji ve hücre genetiği çalışmaları bize insanın canlı sınıflamasında şempanze, goril ve orangutanla aynı "aile" (hominidae) içine yerleştirilmesi gerektiği sonucunu açık biçimde verir.
"Modern" insana çok itici, rahatsız edici, kabul edilemez gelen bu yakınlık, hayli ilginç şekilde, orangutanlarla aynı yaşam ortamını paylaşan Malezya yerlileri açısından o derece olağandır ki yanı başlarındaki ormanda yaşayan bu maymuna verdikleri "orangutan" adı onların dilinde "orman insanı" anlamına gelmektedir.
İnsanla şempanze arasındaki ayrım çizgisi de o kadar incedir ki otlardan yaptığı çubuğu termit yuvalarına sokup çubuğa yapışan karıncaları böylece toprağın altından maharetlice çıkaran bu maymunun insana özgülenen "alet-yapma" yetisine sahip olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğrultuda paleoantropolog Leakey, "Artık ya insanı ve aleti yeniden tanımlayacağız ya da şempanzenin insan olduğunu kabul edeceğiz" demek durumunda kalmıştır.
Darwin'in Türlerin Kökeni kitabının bu yönde düşünme, çalışma ve araştırmalarla çok daha çarpıcı sonuçlara varma yolunda ön açıcı olduğunu kabul etmek gerekir. Ortak bir kökene dayalı türsel çeşitlilik ve canlıların uzaktan yakından birbirleriyle "akraba" oldukları anlayışı bu kitaptan sonra artık vazgeçilmez bir bilimsel öncül haline gelmiştir. O yüzden Türlerin Kökeni'nden hareketle Darwin için şiirsel bir biçimde, "Bir dokunuşuyla tüm dünya akraba oldu" ("One touch of Darwin makes the whole World kin") diyen George Bernard Shaw anılmadan da bu bahsin kapatılmaması gerekir (G. B. Shaw, Back to Methuselah. A Metabiological Pentateuch, Constable and Company Ltd., 1929).
Son olarak Wallace'ın katkısına dönerek bitirmek istiyorum.
Yukarıda, Alfred Russel Wallace olmasaydı Darwin belki de hiç olmayacaktı deme noktasında bıraktığım yerden devam edecek olursam, orada "zamanın ruhu" Darwin'den yanaydı ifadesini kullanmıştık.
Darwin'i öne çıkaran, Wallace'ı gölgede bırakan bu "zamanın ruhu" nedir, onu açalım biraz...
Zamanın ruhu, 19'uncu yüzyıl "Viktorya İngilteresi"nin burjuva-kapitalist ekonomi-politiği doğrultusunda şekillenen kültürel/ideolojik sınıf dinamikleri ve yönsemeleridir.
Darwin, burjuva-kapitalist yeni hâkim sınıfın çocuğuydu. Zengin bir aileden gelmekteydi. Her ne kadar eski-düzen yanlısı ve "Kutsal Kitap" savunucusu çevreler karşısında yukarıda kaydedilen yönde bir "devrimci" dinamik çalışmasının sonucundan çıkmış olsa da o, yeni-düzenin bağrında yer alıp "konformist" bir yapıya sahipti.
Wallace ise Galler sınırındaki küçük bir kasabada doğmuş, yoksul kökenli ve ütopik sosyalizmin savunucusu hayli "radikal" bir doğabilimciydi.
Darwin, kapitalist "Britanya İmparatorluğu"nun merkezinde, Wallace ise kıyısında bir figürdü.
Dolayısıyla bu fark, her iki bilimcinin birlikte ortak bir bildiriyle dünyaya duyurulmuş bilimsel-teorik katkılarının sonuçta neden bunlardan sadece birine mal edilir olduğunu anlama yolunda önemli bir noktadır. Bugün evrimsel biyoloji dendiğinde ilk akla gelen isim Darwin'dir.
Wallace'ın ise bu bakımdan hayli arka plânda değerlendirilmesi, büyük bir haksızlık olmanın ötesinde, bilimin de nasıl ekonomik-ideolojik anlamda sınıfsal dinamiklerle bağlaşıklığının en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımızdadır.
O halde son söz olarak söylenmesi gereken şudur: Bugün 160'ıncı "doğum günü"nü idrak etmekte olduğumuz, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini işaret eden Türlerin Kökeni'ni yazan Darwin'e selam olsun!
Ama asıl, onu "yazdıran" Alfred Russel Wallace'a çok ama çok daha fazla selâm olsun!..