Şahsiyet dizisine Haluk Bilginer'le gelen uluslararası Emmy ödülü sürpriz değil. Ben hiç şaşırmadım. Hatta diyebilirim ki şaşırtıcı olan, dizinin en iyi senaryo ve yönetmen ödüllerine neden layık görülmediğidir!..
Bunları bu kadar rahat söylüyorum. Çünkü, (beni yine hiç mi hiç şaşırtmayan şekilde) uluslararası düzeyde gelen başarı bir anda diziye bu topraklarda yayında olduğu zaman gösterilmemiş ilgiyi ancak şimdi var etmişken, ben daha ilk günden Şahsiyet'in sıkı bir takipçisi ve "okuyucusu" idim. Türkiye dizi tarihinde başyapıt düzeyinde bir çalışma ile karşı karşıya olduğumuzu da çok önceden hem dile getirdim hem yazdım.
Bunun bir uluslararası krediye sahip olacağı, o zamandan da belliydi.
Diziyi Puhutv'de yayına girmeden iki gün öncesinde, 15 Mart 2018'de düzenlenen basın gösteriminde izledim ilk olarak. O dönem Kerem Çatay'la birlikte Ay Yapım'ın bir parçası olan Pelin Diştaş'ın nazik ama bir o kadar da ısrarlı davetiyle oradaydım. İyi ki gitmişim. Çatay'ın yanı sıra dizinin hikâyesini borçlu olduğumuz Hakan Günday'la da enine boyuna sohbet imkânı buldum. İlk bölümü izledikten sonra Günday'a ilk sözümün, "Toplumun alzheimerlaşması'nı anlatmışsın" olduğunu hatırlıyorum. Onun, adeta foyası ortaya çıkmış muzip bir usta edasıyla tatlı tatlı gülümseyişini de…
Abarttığımı düşünmüyorum; Günday'ın kaleminden can bulan Şahsiyet, bizim coğrafyamızda edebiyatı dizi-film mecrasına taşımış sayılı yapıtlardan biridir.
Şahsiyet bir şaheserdir.
Evrensel insanlık halimize, daha doğrusu hali pür melâlimize de seslenir, "yerli ve millî" bir acımıza, ayıbımıza, "ar"ımıza da temas eder; derinden ve keskince ama hem edebi hem estetik bir özen ve titizlikle…
Bunda elbette yönetmen Onur Saylak'ın da payı, etkisi, emeği büyüktür ve o da takdir ve tebriği hak etmektedir.
Polisiye-suç-gerilim tarzında bir dizi olarak, adli kâtip memurluğundan emekli ve Alzheimer hastası olduğunu öğrendikten sonra bir seri katile dönüşmüş Agâh Beyoğlu'nun (Halûk Bilginer) dokunaklı hikâyesi üzerinden bizi kendisine çeker Şahsiyet. Hemen ardından da Alzheimer'ı bir "metafor"a dönüştürerek, onun toplumsal ve kültürel, bağlantılı olarak da ekonomi-politik çerçevede izini sürmeye davet eden bir içerikle kristalleşir.
İnsan denen canlıda, biyolojik (nörofizyolojik) "hatırlama" yetisi ile bir kültürel duyarlılık olan "hatıra"yı iç içe geçirerek açılan sahneleri izledikçe hayatımıza hâkim ve "yarışma-rekabet-tüketim" emreden bir sistem içinde asıl Alzheimer olanın insan ilişkilerimiz ve insanlık halimiz olduğunu fark ederiz. Hikâyesinin ana karakteri, Alzheimer hastası Agâh Beyoğlu'ya ilişkin (o dönem yönetmeni olduğum yayın için) yaptığı değerlendirmede Hakan Günday'ın da kaydettiği üzere: "[Agâh'ın] en büyük korkusu, anılarını unuttukça, kimliğini, dolayısıyla şahsiyetini de yitirmek. En büyük tereddüdü ise şu: Gerçekte Alzheimer hastası olan kim? Kendisi mi, yoksa içinde yaşadığı toplum mu?" (Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 11, 18 Mart 2018).
Gerçekten öyle değil mi?..
Hayatın hayhuyu içinde anababaların-evlâtların dahi birbirlerini unuttuğu, ihmal ettiği, umursamaz olduğu; insanların birbirlerini dinlemediği-duymadığı; her şeyin otomatiğe bağlanıp hayatın da "trafik"ten ibaret olduğu bir dünyada…
Ömrü İstanbul'da Beyoğlu'nda geçmiş, soyadı bile Beyoğlu olan birinin, tarihini-kültürünü hiç mi hiç bilmeden orada yaşayan bir kalabalığın içinde kendini yapayalnız, kimsesiz, "hatırasızlaşmış" hissettiği toplumsal iklimde Alzheimer Agâh Bey'in beyninde midir? Yoksa yaşanılan hayatın kalbinde mi?!..
Böylece, Alzheimer'ın günümüzde bir bireysel hastalık, bir tıbbî konu, bir biyolojik "anomali" olmaktan öte, adeta insanlığımızın toplumsal-kültürel "normal"i, dolayısıyla antropolojik-sosyolojik bir sorunsal haline geldiğini düşündüren bir yapıt çıkıyordu ortaya.
"Tüketim ve hız çağı"nda mazi, artık insanlık halimizin bir parçası değildi; geleceği dahi tarih kılabilecek kapasiteye ulaşmış tekno-ekonomik akış eşliğinde, evet, toplumun Alzheimer'laşmasından söz edilebilecek noktaya gelinmişti.
Geçmişsiz-geleceksiz bir "yekpare-kopuşsuz an"da varlık bulan insan için unutuş, unutmak ve unutkanlık, artık eşyanın yeni tabiatı, yani "doğal"ı, yani normali idi. "Anormal"i değil…
Şahsiyet bunu tematize ederek bizi seyre çağırdı ama sonrasında, elbette bu tematik girdi sıfırlanmaksızın, onu kat be kat aşan bir memleket trajedisi, suçu, utancı faş oldu önümüzde... Ve kendi kültürel örüntümüzdeki bir canavarlık pratiğine ilişkin yakıcı bir sorgulamaya çıkardı dizi bizi...
12 bölümün sonunda gelen final, bu doğrultuda hem korkunç hem müthiş, hem dehşet verici hem mükemmel, hem iç kıyıcı hem yapıcı, hem çok acı hem çok güzeldi.
Elbette şimdi dijital ortamda yeniden ilgiye, belki öncesinden de çok daha fazla açık hale geldiğinden dizinin içeriğini konuşma hakkımız hâlâ yok. O yüzden yine genel çerçevede birkaç cümle sarf etmekle yetinelim!..
Şahsiyet'i izlediğinizde, canavarlığın sadece ve sadece insana özgü (kültürel) olduğu; canavarlaşmış toplumsal dünyamızda hasara uğrayanların ise önünde iki seçenek bulunduğu noktasına geleceksiniz: Ya unutmak ya öldürmek... Ya hafızanızı köreltmek, yani "Alzheimer"; ya da katil olmak, yani "Cinayet".
Şahsiyet'i izlediğinizde canavarlığın nasıl da sıradan, "âdet-gelenek"ten, neredeyse kendiliğinden olduğunu düşünürken, bunun karşısında cinayetin nasıl suç olmaktan çıktığı ve bir "nefs-i müdafaa"ya dönüşebildiği üzerine de kafa yoracaksınız.
Şahsiyet'i izlediğinizde şu gök kubbe altında yaşadıklarınıza dair bir dolu çağrışımla da sarmalanarak, hayatın içinde canavarlığın nasıl hukukileşebileceği, buna karşılık adaletin de nasıl cinaîleşebileceğinin efkarına kapılacaksınız!..
Şahsiyet'i izlemediyseniz mutlaka izleyin; izlediyseniz mutlaka bir kez daha, hatta dönem dönem tekrar izleyin. Adeta bir klasik romanı nasıl her yaşam dönümünde tekrar tekrar dönüp okumak gerekirse, aynen öyle!..
Hatta "Mobil Çağı"ndayız ya, o zaman bir elinizde ekran formatında Hakan Günday-Onur Saylak ikilisinin Şahsiyet'i, diğer elinizde de kitap formatında Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sı olsun.
Etkileşimsel şekilde her ikisini de "açın", hem okuyun hem izleyin!..
İnsanlığımızın iyilik ve kötülük, meleklik ve şeytanlık, merhamet ve canavarlık bakımından bize nasıl ters-köşeler yapacak bir diyalektik akış içinde olduğunu hep hatırda tutmak, hiç "unutmamak" için…
Ve de artık hayatımızda bir "kültürel-evrensel" haline gelmiş "Alzheimer"la başa çıkmak için!..