Yüzde onluk seçim barajı bize 12 Eylül rejiminin bir armağanı. Ama sanılanın aksine Anayasa’da yer almıyor.
Kelli felli yetkililerin, hatta bizzat bir Adalet Bakanının, barajın Anayasa’da olduğunu söylediğine tanıklık etsek de bu doğru değil. Baraj, Anayasa’da yazmaz, Milletvekili Seçim Kanunu’nda (md. 33) yer alır. Milletvekili Seçim Kanunu ise sıradan bir kanun değildir. TBMM tarafından çıkarılmamış, 1983’te olağan yönetime geçmeden hemen önce Millî Güvenlik Konseyi tarafından konmuştur. Yani baraj çok demokratik bir tartışma ortamında konulmamıştır.
Türkiye’de çok partili hayatın gizli oy açık sayım ilkeleriyle uygulandığı 1950’li yıllarda açıkça yasal bir seçim barajı yoktu. Ama şimdilerde kimi AK Partililerin dile getirdiği “listeli çoğunluk sistemi” en çok oy alan partinin listesinin kazanmasını esas aldığı için baraj fiilen %50’lere yaklaşıyor gibiydi.
1961 Anayasası döneminde bu çoğunlukçu mantık sona erdirildi ve oranlı, dolayısıyla daha adil bir seçim sistemine geçildi. Fakat bu 1961 Anayasası döneminde çıkarılan, önceki Seçim Kanunu (md. 32) “basit seçim barajı” getirmişti. Bu sistemde hesap basitti: Bir seçim çevresinde kullanılan geçerli oylar, o çevreden çıkacak milletvekili sayısına bölünüyordu. Bu sayının altında kalan partiler barajı geçememiş sayılıyor, hesaba katılmıyordu.
Anayasa Mahkemesi bu barajı çok güçlü bir kararla, 1968’de iptal etti. Mahkemeye göre böyle “engeller”, demokratik bir hukuk devletinde olmazdı. Çünkü seçmen üzerinde ruhsal baskı ve tereddüt üreten bu türden suni müdahaleler, olağan seçim sonuçlarını suni bir müdahale ile değiştirme anlamına geliyordu; ayrıca seçme ve seçilme hakkına, seçimlerin serbestliğine, çok partili düzene de aykırılık yaratıyordu. Mahkeme iptal kararı vermekten çekinmedi. 1969, 1973 ve 1977 seçimlerinde baraj uygulanmadı.
Askerler ve onların uzmanları, barajın anayasal mantığını açıklarken “istikrar”a vurgu yapıyordu. Onlara göre ülke, 1970’lerde çok parçalı bir parlamentodan çok çekmiş, bu nedenle istikrarlı hükûmetler kurulamamıştı. İşte, seçim barajı buna bir çare olacaktı. Dahası, “marjinal” (veya Türk-İslam sentezci cuntanın terminolojisiyle aktarırsak “sapık ideolojiler”den) siyasi partilerin TBMM’ye girmesine ve “gençlerin aklını çelmesine” bu yolla engel olunacaktı.
12 Eylül ikliminde dahi bu mantığa karşı çıkanlar yok değildi. Askeri yönetim zamanında etkinlik gösteren Danışma Meclisi tutanaklarına baktığımızda başta (%5 önerisi getiren) Kamer Genç olmak üzere bazı isimlerin bunun aşırılığına vurgu yaptığına rastlarız. Baraja, “millî irade”nin oluşumuna engel olduğu, halkın iradesini çarpıttığı gerekçesiyle karşı çıkarlar.
Fakat 12 Eylülcüler kararlıydı. O kadar ki; sadece %10 barajı değil aynı zamanda bir de seçim çevresi barajı koydular. Buna göre bir partinin milletvekili gönderebilmesi için ülke çapında %10 barajını geçmesi yetmiyor, bir de kendi seçim çevresinde %25’lere varan değişken bir barajı aşması gerekiyordu.
Bu sistem üç farklı seçimde (1983, 1987 ve 1993) uygulandı. Ta ki baraj, Anayasa Mahkemesinin önüne gelene kadar.
Anayasa Mahkemesi, 1995’teki ilk kararında, 1968’deki yaklaşımından bir ölçüce dönmüş gibiydi. Bunda Anayasa’ya 1995’te eklenen “Seçim kanunları, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir.” biçimindeki ifadenin payı da vardı.
Mahkeme’nin ele aldığı ilk mesele, her seçim çevresinde değişkenlik gösteren “seçim çevresi barajı”ydı. Bu baraj şöyle düzenleniyordu:
“Bir seçim çevresinde kullanılan geçerli oyların toplamının o çevreden çıkacak milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilecek sayıdan az oy alan siyasî partilere ve bağımsız adaylara milletvekili tahsis edilmez. Ancak, iki ve üç milletvekili çıkaran seçim çevrelerinde bu oran yüzde yirmi beş olarak uygulanır.”
Mahkeme bu barajın “temsilde adaletsizlik” yarattığını söyledi. Çünkü nüfusu fazla olan seçim bölgelerinin çıkaracakları milletvekili sayısı fazla olacağından buralarda çevre barajı düşmekte, nüfusu az olan seçim bölgelerinde ise tersine yükselmekteydi. Bu ise seçim bölgeleri arasında adaletsizlik yaratmaktaydı. Mahkeme, bu Anayasa’ya aykırılıktan hareketle “seçim çevresi barajı”nı iptal etti. Mahkeme, bu kararının arkasında durdu. Zira sonradan bu kararı dolanmak için atılan bir başka adımı da iptal etmekten çekinmedi.
İkinci mesele, şu anda uygulanagelen %10’luk “genel seçim barajı” idi. Mahkeme, ülke çapında uygulanan bu barajı ise aşırı görmedi ve “yönetimde istikrar”ın bir gereği saydı. 1968’deki Anayasa Mahkemesinin dikkate aldığı diğer demokratik ilkeleri ve “Anayasa’nın konuyla ilişkisi bulunan diğer kurallarını” ise görmezlikten geldi.
Konu bir de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin önüne geldi. Strazburg Mahkemesi, 2007’de verdiği kararında bu barajın aşırı yüksek olduğunu kaydetti ama öteden beri süregelen ülkelerin seçim sistemlerine karışmama eğiliminden dolayı “topa girmemeyi” yeğledi.
Bu oran, gerçekten de Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında aşırıydı. Venedik Komisyonu raporlarından hareketle elimdeki verilere göre derlediğim şu grafik sanırım söze gerek bırakmıyor:
Görüldüğü gibi çok küçük bazı devletler hariç olmak üzere Avrupa’daki en yüksek seçim barajı %5. Bu devletlerin de büyük ölçüde ortak noktası Doğu Avrupa Devletleri olmaları. İngiltere, Fransa, Portekiz, İsviçre gibi Batı Avrupa devletlerinde hiç baraj yokken, Orta Avrupa devletlerinde de baraj 2 ile 5 arasında seyrediyor.
Burada şu notu düşmek de önem taşıyor: Söz konusu barajlar milletvekili seçimleri için vardır. Avrupa Parlamentosu veya yerel meclislerle ilgili seçimlerdeki barajlar kolaylıkla iptal edilmektedir. Örneğin Almanya’da yakın zaman önce, Avrupa Parlamentosu için konulan önce %5’lik sonra da %3’lük baraj, hükûmet kurma ve “yürütmenin istikrarı” ile ilgili olmadığı için iptal edilmişti. Alman Anayasa Mahkemesine göre hükûmetin içinden çıktığı ulusal yasama organı için baraj koymak “yönetimde istikrar” açısından anlaşılabilirdi. Gelgelelim Avrupa Parlamentosu içinden bir Alman hükûmeti çıkmadığı için bu seçimlerde baraj koymak haklı çıkarılamıyordu.
Buraya birazdan döneceğim. Fakat şimdilik şu notu düşeyim: Klasik parlamenter rejimlerde barajın olabileceğini ama bunun %5’ten fazla olmadığı görülmektedir.
Avrupa’da başkanlık rejimi olmadığı için başkanlık rejimleri açısından bir karşılaştırma yapabiliriz. Başkanlık rejimlerinin karşılaştırılabilir örnekleri Amerika’da yer alıyor. Bütün bir Amerika kıtasında toplam 35 devlet bulunur. Bu 35 devletten, milletvekili seçimleri için ülke çapında genel baraj uygulaması bulunan sadece dört devlet var. Bunlar; Arjantin (%3), Brezilya (%5), Dominik Cumhuriyeti (%1) ve Kolombiya (%2). Buna göre Amerikan devletlerinin neredeyse %90’nda yasama organında baraj uygulaması yok.
Bunun bir mantığı var. Başkanlık rejimlerinde yönetimler meclisin içinden çıkmaz. Halk, devlet başkanını doğrudan seçer. Dolayısıyla Meclis seçimlerindeki barajın, yönetimde istikrarla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Olur da yasama faaliyetlerinde istikrar aranırsa bu durumda dahi baraj tartışmalı ve oldukça düşüktür. Buraya da birazdan döneceğim. Bu noktada ise şu notu düşeyim: Bu verilerden hareketle de başkanlık rejimlerinde barajın olmamasının kural, olmasının istisna olduğunu söyleyebiliriz. Olur da baraj uygulanırsa bu hiçbir şekilde %5’ten fazla değil.
Sonuç olarak Türkiye parlamenter rejimi sırasında %10 gibi fahiş bir baraj oranıyla sıra dışıydı. Başkanlık rejimine geçerken bu oranı koruyarak sıra dışılığına sıra dışılık katmış.
“Alaturka başkanlık” bizi şaşırtmıyor. Bu notları düştükten sonra şimdi “birazdan geleceğim” dediğim yere gelebilirim.
Buraya kadar yazdıklarımı boşuna yazmadım. Niyetim, şu anda gündemdeki tartışmayla ilgili bir görüşü aktarmak. Malum, AK Parti-MHP ittifakı, milletvekili seçim barajını yüzde 7’ye indirmek konusunda mutabakata vardı. Bunu kamuoyuna -pek demokratik bir şey yapıyormuş gibi- takdim ettiler.
Parlamenter rejimde olsaydı bu adım, nispeten anlaşılabilir olabilirdi. Fakat az önce aktardığım gibi, başkanlık rejimlerinde hükûmet artık Meclis’in içinden çıkmıyor. Dolayısıyla Meclis seçimleri için getirilen barajın hükûmet istikrarı ile doğrudan bir ilişkisi yok. Başkanlık rejimlerinde çok nadir (ve oldukça düşük) biçimde karşılık bulan barajların tek mantığı yasama etkinliklerine düzen vermek olabilir. Fakat bunun için de yüzde 7 gibi bir baraj aşırıdır. Hele ki “yönetimde istikrar”la kolaylıkla haklı çıkarılamaz.
Dolayısıyla hem İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin hem de Anayasa Mahkemesinin öncelikli kararlarını gözden geçirmek artık bir zorunluluk.
Hatta bu gözden geçirmede, bu anlatımlardan hareketle olur da yüzde 7’lik bir barajının kabul edilmesi durumunda, bu “engelin” Anayasa’ya aykırı bulunması ve iptal edilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bu konuda, az önce aktardığım savları ile 1968 kararının gerekçeleri yeterli meşru temeli sunuyor.