Anayasa Mahkemesi'ni kaldırma talebi Türkiye’de periyodik olarak dile getiriliyor. Şu günlerde bu söylemin bayraktarlığını Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yapıyor. Bu durum, diğer pek çok şeyin yanı sıra tarihsel bir ironi. Çünkü Türkiye siyasetinde bir Anayasa Mahkemesi kurulması gerektiği savını bir program hükmü olarak ilk kez bu çevreler dile getirmişti.
Gerçi “milliyetçi hareket”in bu bağlamdaki çelişki sayısı bir değil. 27 Mayıs 1960’ta darbe metnini okuyan kişinin Alparslan Türkeş olması bir yanda, “Yeni Türkiye” konjonktüründe 27 Mayıs’ı kınama ve Menderes güzellemesi yapma yarışının bayraktarının MHP olması diğer yanda duruyor.
“Hafıza-ı beşer nisyanla maluldür” derler. İnsandır, unutur. Doğrudur… Hele ki olan biten artık tarihin sayfalarında kaldıysa çok daha doğrudur… Mesela bugün CHP’ye yakın çoğu ismin, özellikle de İsmet İnönü’nün müdahaleden sonra derhal demokratik yönetime geçmek gerektiği çağrılarını hatırlamayanlar çoğunlukta. Askeri yönetimin daha uzun sürmesi gerektiğini söyleyen ama başarılı olamayınca tasfiye edilenlerin (14’ler diye bilinirler) mecburen önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) sonra MHP’yi kurmak durumunda kaldıklarını bilenler azınlıkta.
Bu nedenle bu söylemleri ara ara hatırlatmak gerekiyor. Hatırlatalım.
27 Mayıs 1960, Demokrat Parti’ye ve Menderes yönetimine karşı gerçekleşmişti. Doğrudan ABD’nin dahliyle yapılmayan (yakın zaman önce açılan arşivler, gelişmelerden haberdar olduklarını ama bilinçli biçimde hareketsiz kaldıklarını gösteriyor) ve orta rütbeli subaylarca gerçekleştirilen bu müdahalenin ideolojik rengi karmaşıktı.
Sağcı sayılabilecekler de vardı solcu sayılabilecekler de. En geniş ifadeyle “İttihatçı” olarak nitelenebilecek hareketin muhataplarından birinin, İttihatçıların Galip Hoca’sı (Celal Bayar) olduğu düşünüldüğünde, bu varsayım da tam olarak karşılık bulmuyordu.
Böylesi çok renkli nitelik taşıyan Millî Birlik Komitesi’nin içinde kısa süre içinde fikir ayrılıklarının baş göstermesi sürpriz olmamıştı.
Komite’nin içinde İsmet İnönü ile temas hâlindeki çoğunluk, olağan rejime hızlı biçimde geçilmesini savundu.
Diğer bir gurup ise siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda kalıcı değişiklikler yapmadan, en önemlisi de toprak reformunu gerçekleştirmeden. böyle bir adım atmanın büyük hata olacağını savundu. İşte, azınlıkta kalan bu grup 14 kişiydi. Bu nedenle “14’ler” diye tanımlandılar. Hepsi birden ani bir kararla dünyanın dört bir yanına, yurt dışı memurluklarına atandılar ve yönetimden tasfiye edildiler.
Bu kişilerin ortak noktası, askeri yönetimin devamından yana olmalarıydı ama kendi içlerinde fikirsel olarak homojen değillerdi. Düşünce dünyalarının ne olduğunu, o yıllarda bu konu üzerine yazan Abdi İpekçi’den ve Çetin Altan’dan biliyoruz.
Bu aktarımlara göre başta Orhan Kabibay olmak üzere Orhan Erkanlı, İrfan Solmazer ve Muzaffer Karan sol kanattaydı. Dönemin aydınlarının yoğunlaştığı Yön Dergisiyle ve ordu içinde birkaç darbe girişiminde daha bulunacak olan Talat Aydemir cuntasıyla da ilişkiliydiler.
Alparslan Türkeş’in başını çektiği diğer kanat ise aşırı sağı temsil ediyordu. Gerçi o günlerde Türkeş bizzat, kendi idealinin “Lasky tipi sosyalizm” olduğunu söylese de onun sosyalizmi “nasyonel” nitelikteydi. Türkeş’in Turancı-Devletçi ekibi kısa süre sonra dışarıda da tasfiye edildi ama süreç, MHP’ye kadar uzanan hareketin önde gelen isimlerini de kadrolaştırdı. Örneğin (bugün yeni bir milliyetçi parti arayışı içindeki Ümit Özdağ’ın babası) Muzaffer Özdağ, 14’lerin ağır toplarındandı. Hareket içinde genel başkan yardımcılığı (Numan Esin, Ahmet Er), genel sekreterlik (Mustafa Kaplan), yöneticilik (Rıfat Baykal) ve Ülkü Ocağı kuruculuğu (Dündar Taşer) gibi önemli mevkilerde hep aynı kadrodan isimler yer aldı. Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Fazıl Akkoyunlu gibi isimler de gelgitli de olsa bu hareketle temas içinde kaldılar.
Yani sözün özü; milliyetçi hareketin önder kadroları 27 Mayısçıydı. Daha da önemlisi, sadece darbeyi desteklemiyor aynı zamanda İnönü’ye ve CHP’ye karşı çıkıyor, askeri yönetimin devamını da savunuyor, hatta bunun için bedel ödüyorlardı.
Bu partinin geçmişle hesaplaşma gibi bir derdi varsa, tam olarak buradan başlamalı. Eğer yoksa da ona göre hareket etmeli...
Anayasa Mahkemelerinin varlığı tarihte çok yenidir.
1924 Anayasası kaleme alınırken Çekoslovakya (1920-38) ve Avusturya (1920-34) gibi ayrıksı örnekler dışında Avrupa’da anayasa yargısı uygulaması yoktu. Anayasallık denetimi, takip eden yıllarda yaygınlaşmaya başlamıştı. Lihtenştayn (1925), Yunanistan (1927), İspanya (1933) ve İrlanda (1937) gibi öncülerden sonra asıl patlama, II. Dünya Savaşı’nı kaybeden devletlerde bir daha faşizm tecrübesi yaşanmaması için kurulan anayasa mahkemeleriyle oldu. Japonya (1947), İtalya (1948) ve Almanya (1949) anayasa mahkemeleri bu konuda öncüydü ve 1950’li yıllarda bu yargı kolunu popüler kıldılar. Bugün Avrupa’da Anayasa Mahkemesi olmayan sadece birkaç ülke kaldı. Onlarda da insan hakları denetimi konusunda özgün mekanizmalar var.
Anayasa’ya göre “Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi” olan Türkiye de bu akımdan ayrı kalmadı. Hatta Türk Anayasa Mahkemesi, anayasa yargısının erken dönem örneklerden biri bile sayılabilir.
Mahkeme’nin Türkiye’de kurulma nedeni DP’nin Anayasa’ya aykırı eylem ve işlemlerini durduracak hiçbir hukuki fren ve denge mekanizmasının olmamasıydı. 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren Anayasa’ya aykırılık öylesine yaygın hâle gelmişti ki bu durum karşısında muhalefet, Avrupa’da faşizme karşı organize edilen hukuksal yolları mercek altına almaya başladı.
İşte böyle bir bağlam içinde bu konudaki ilk ciddi ve sistemli öneri, az önce bahsettiğim kadroların sempatiyle yaklaştıkları Millet Partisi idi. Zira Alparslan Türkeş ve ekibine göre, DP ve CHP danışıklı bir dövüş içindeydiler ve statükoyu oluşturuyorlardı. Bu nedenle “gerçekten millî” saydıkları Millet Partisini desteklemek lazımdı. İşin ilginç yanı şu ki; MHP’nin önde gelen isimlerinden Deniz Bölükbaşı’nın babası Osman Bölükbaşı’nın liderliğini yaptığı bu parti, daha 1954’te bir Anayasa Mahkemesi kurulması önerisini programına almıştı.
Bu adım, beş yıl sonra, bu yönde bir öneri (İlk Hedefler Beyannamesi) getirecek olan CHP’den önce atılmıştı. Zaten 1961 Anayasası hazırlanırken Danışma Meclisi içindeki milliyetçi üyelerin hiçbiri buna yapısal olarak karşı çıkmadı. Aksine zaten programlarında olan bu kurumu desteklediler.
Şu hâlde Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin kurulması konusunda, diğer pek çok öznenin yanı sıra, “milliyetçi hareket”in dikkate değer bir rolü olmuştur. Şimdi sanki böyle bir şey hiç yokmuşçasına hareket etmek ve Mahkeme’nin kaldırılması gerektiğini dile getirmeleri tam bir tutarsızlık.
Gerçi konu MHP olunca tutarlılık aramak ne denli anlamlı, o da ayrı bir mesele…