Ege’de kitap mevsimi.
Geçen hafta İzmir Kitap Fuarı’ndaydım. Okurlarla buluşmak için güzel bir fırsat. Keza, Türkiye’nin her tarafından yazar dostlarla görüşmek, ayrı bir keyif. Kitap kokuları, dost sohbetlerine karışıyor.
Bugün, bir kez daha yollara düştüm, fuara gidiyorum. Nisan’ın tazeliğini taşıyorum içimde.
Bu yazıyı ise otobüste, gözlerimle yazıyorum.
Dağlarda askerler var.
Kimi bir kayanın ardında siper almış, kimi bir ağacın arkasında. Bazen bir jandarmanın başı gözüküyor, bazen özel tim elemanının iri gövdesi; bazen de arazi giysileri içerisinde bir askerin silueti…
Hepsi de tam donanımlı, silahlı.
Yol kenarındaki yüksek yamaçlara uzun aralıklarla dizilmişler. Ellerinde silahları, kimi uzun namlulu, tüfekli, dürbünlü; hepsi de özel kıyafetli, kasklı, robokoplu.
Orman denizinin içerisinde, uzaklarda, kirli bir leke gibi bir taş ocağı.
Yamaçlarda, yanmış bir ormandan geri kalan siyah ağaç gövdeleri, kararmış toprak ve kömür artıkları. Kilometrelerce uzanıyor.
Aracımız Gümüldür-Menderes arasındaki tepelerin arasından hızla ilerliyor.
Belediye otobüsü bir durakta duruyor. Yolun hemen yamacında, yanmaktan kurtulmuş, nefti yeşil bir orman parçası.
Hiç olmadık şekilde, kalabalık bir kadın grubu doluşuyor otobüse. Beraberinde, ormanın tazeliğini, baharın kokusunu taşıyorlar içeri… Hepsi de genç, bakımlı, güzel giysileriyle şehirli kadınlar.
Tuhaf şey! Şaşırıyorum… Buraların durakları sakindir, tek tük yolcuları olur. Oysaki şimdi, bir dağın başında, bir ormanın ıssızlığında bunca kadın yolcu…
Otobüse binenlerden ikisi ayakta, hemen önümdeler. Üzerlerindeki yükü atmış, hafiflemişler gibi. Derin bir iç çekiyorlar.
Birden iri bir yaban arısı peydahlanıyor, kadınlar ürküyorlar.
Baharın tazeliğiyle birlikte, bir de arı getirdiniz, diyorum onlara.
Gülüyorlar…
Arı, yolcularla ilgilenmekten vazgeçiyor, otobüs camının üst köşesinde kendine sakin bir yer buluyor, pinekliyor.
Otobüs yoluna devam ediyor.
Dışarıya bakıyorum, çevrede öbek öbek insanlar, sivil ve resmi araçlar, otobüsler, şaşkın, gri bir kalabalık.
Hayrola, diye soruyorum önümdeki iki kadına.
Fidan dikiyorduk, diyor.
“Güya” diye ekliyor öbürü.
“Güya?” diye soruyorum ben de...
Biraz buruk, gülümsüyorlar...
“Fidan dikmek için gelmiştik ama...”
Gerisi gelmiyor...
Otobüs hızla ilerliyor.
Yanmış ormandan yolu ayıran tepelerin, dağların yamaçlarına kayıyor yeniden gözlerim.
Hâlâ oradalar!
Dağların kuytu köşelerinde, tepelerin yamaçlarında…
Otobüs kıvrıla kıvrıla alıyor dönemeçleri. Başımı mütemadiyen yukarıya kaldırıyorum. Her dönemecin arkasından çıkıyorlar; her tepenin ardındalar, hep yüksekteler; kayaların duldasında, ağaçların arasında; kasklı, özel donanımlı, uzun namlulu, silahlı…
Dayanamıyor, kendi kendimle konuşur gibi soruyorum.
“Bu nedir?” diyorum, “bunca asker, tepelerde ne işi var?”
Önümdeki kadınlardan biri sabırsız, yanıtlıyor:
“Başbakan gelecekmiş” diyor, ekliyor; “fidan dikmeye…”
“Fidan dikmeye…”
“Siz de fidan dikmeye gelmiştiniz ama,” diyorum…
Gerisini çekincesiz anlatıyor kadınlardan biri.
Menderes ilçesinde, bir lisedeler; biri edebiyat öğretmeni, diğeri matematik. Okul yönetimi ve ilçe milli eğitim müdürlüğü tarafından emir komuta zinciri içerisinde, öğrencileriyle birlikte yönlendirilmişler.
Yalnızca onlar mı?
Değil tabii. İlçedeki birçok kamu kurumu, okul, sivil toplum örgütü; öğrenciler, memurlar, hizmetliler, taşeron işçiler; asgari ücretliler, işsizler, temizlik emekçileri…
Geçen sene, Deliömerli mevkiinde başlayan yangında bir bölümü yanan Menderes Ormanları için fidan dikilecek!
Kamu araçları seferber edilmiş, erkenden düşülmüş yollara; kalabalık, sıcak, kapatılan yollar, trafik, saatler süren bekleyiş…
Sonra, ansızın yayılmış haber; fidan dikme törenine başbakan da gelecekmiş meğer!
Fidan dikim alanına geldiklerinde öğreniyorlar bunu.
Onca kalabalık, önceden haber verilmeyen, başkaları tarafından planlanmış, bilmedikleri bir gösterinin malzemesi olmak üzereler. Durumu öğrenenlerin bir kısmı, ilk buldukları araçlarla geri dönme telaşındalar.
Bir dağın ıssızlığında, ücra bir durakta otobüse doluşan kadın kalabalığını şimdi daha iyi anlıyorum. Bu iki genç öğretmen de onlardan.
Sabah evimize gelen konuğumun söyledikleri geliyor aklıma.
“Gaziemir yolunu tümden kapatmışlar, İzmir’in çoğu yerinde bir trafik karmaşası var, Ahmetbeyli’den gelmek zorunda kaldım, başbakan gelecekmiş diyorlar”
Hızla ilerliyoruz. Her iki yanda, göz alabildiğine uzanan yanmış bir orman.
Otobüsteyim.
Ege’de kitap kokuları getiriyor rüzgâr.
Bir yazar dostumla buluşmaya gidiyorum.
İşinden çıkarılmış Mahir Kılıç Konak’ta 162 gündür aç, Düzce’de KHK mağduru mimar Alev Şahin ise 277 gündür…
Bir TV programında, “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın,” demişti; geçen gün yeni doğmuş bebesiyle hapse girdi Ayşe öğretmen.
Zaman hızla akıp geçiyor yanı başımdan. Baktığım her şeyde tanıdık bir iz, her izde bir yaralı bir sözcük. Aklım eski zaman hikâyelerine gidiyor durmadan. Tahtalı Barajı’nı da geçtik, Menderes düzlüğüne doğru iniyoruz.
Otobüsteyim, bu yazıyı gözlerimle yazıyorum.
Önümde iki öğretmen, güneşi arıyor gözleri, arı ise yer değiştirmiş.
Sohbet devam ediyor aramızda. Kitap kokuları üflüyorum biraz da üzerlerine, nasıl da hafifliyorlar.
Başımı camdan yukarı kaldırıyorum.
Tepelerde hala silahlı adamlar var; kimi kasklı, maskeli, uzun namlulu, dürbünlü.
Her tepenin yamacındalar; kayaların arkasında, ağaçların arasında…
En az 17 şirket, 25 gemi, 2 süper yatın sahibiymiş…
Başbakan gelecekmiş diyorlar.
Peki, ama niye korkuyorlar?
Bunca kalabalık, asker, polis, silah, sevkiyat; kesilen yollar, kilitlenen trafik, bunaltıcı sıcak; taşeron işçi, öğretmen, işsiz… Neden?
Sahi, niye korkuyorsunuz?