Toronto
Size aşktan bahsedeceğimi söylemiştim bu sefer. Aşk gibi güzel şeylerden. Toronto gibi harika bir şehirde, insan aklının hayal edebileceği en güzel şeylerden. Avrupalı sömürgecilerin Kanada’nın gerçek yerlileri üzerindeki akıl almaz talan, sömürü ve insanlık dışı uygulamalarını içeren tarihini bir kenara bırakırsak, “beyaz adam” tarafından bu ülkenin yerleşik olarak kullanılmaya başlaması 1860’lı yıllara denk gelir. 1 Temmuz 1867 ise, İngiltere’nin Kuzey Amerika kolonisi olan bu topraklara özerklik vererek Kanada ülkesinin dünya coğrafyada yerini almasını işaret etmekte. Kısaca, şunun şurasında 150 yıllık bir ülkeden bahsediyoruz.
İktidar sorunu, patlamalar ve doğuda Kürtlere karşı yürütülen savaş
Kongre toplantılar, paneller, çalıştay ve poster sunumları ile devam ediyor. Dünyadaki en son gelişmeler bilim insanlarınca tartışılıyor. İnsan neslinin genetiğindeki bozulmaların yol açtığı, kötücül sonuçlara yol açan hastalıklara çözümler aranıyor. Onlarca, yüzlerce hastalık için yıllarca üniversitelerde, laboratuvarlarda, deneylerde ömür tüketmiş tıp uzmanları, daha iyi, daha sağlıklı, daha kaliteli insan hayatı için en son hünerlerini birbirleriyle paylaşıyorlar.
Poster sunumlarının yapıldığı salonda bizim de bir belgesel film tanıtımımız var. Yönetmenliğini sevgili genç yönetmen dostumuz Gülsün Sarıoğlu’nun yaptığı ve benim genel koordinatörlüğümde gerçekleştirilen Düşümdeki Uçurtma adlı belgesel film. Bu belgesel aracılığıyla, salonlarda tartışılan bilimsel konuların sosyal görünürlüğünü sağlamaya çalışıyoruz. Filmi, 2012 yılında Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekmiştik.
Duvarda, filmin özet posteri, masadaki bilgisayarda gösterimi yapılan belgesel film dönüyor. Türkiye’de, nöromüsküler hastalıkların duayeni, hocaların hocası Prof. Dr. Coşkun Özdemir ile birlikte ziyaretçilerin sorunlarını yanıtlıyoruz. Türkiye ve İstanbul’dan geldiğimiz anlaşılınca konu ister istemez ülkedeki iktidar sorunu, patlamalar ve doğuda Kürtlere karşı yürütülen savaşa geliyor. İstisnasız herkes nasıl ceberrut bir iktidarla baş başa olduğumuzu teslim ediyor. Ötesi, neredeyse bizlere acınacak insanlarmışız gibi bakıyorlar. Kürtlere karşı devletin giriştiği savaşın ise hemen hepsi farkında. Türkiye deyince akla gelen, en çok bu üç şey oluyor…
Konumuz bunlar değil tabii. Aşktan, sevgiden, bahar gibi güzel şeylerden, insan için yapılan bunca emekten, çalışmalardan bahsetmeliyim. Toronto’nun göbeğinde, süper bir gökdelenin hemen dibindeki parkta koşuşturan sincaplardan bahsetmeliyim bugün. Poster sunumumuza ilgi gayet iyi. Panodaki posterde belgesel filmin Diyarbakır, Batman ve Van’daki çekim planlarından resimler var. Pek çok ülkeden ziyaretçiler gelip bilgi alıyor, sorup bilgileniyorlar. Danimarka’dan bir genç kadın masadaki bilgisayara yaklaşıyor, filmi dikkatle izliyor. Film hakkında bilgi vermek istiyorum. Belgeselin Diyarbakır çekimleri geçiyor ekrandan. Anlatıyorum: “Bu şehir Diyarbakır, işte bu Surp Giragos, işte Dört ayaklı Minare… Dört Ayaklı Minare… Dört Ayaklı Minare…” Tekrarlayıp duruyorum… Birden bire gidiyor aklım. Toronto’dayım ve önümde Dört Ayaklı Minare! Aman Tanrım! Dört Ayaklı Minare bu! Arkasında eski binalar, birkaç apartman, Yeni Kapı Sokak, daha arkada Hasırlı Mahallesi… Filmin bu planı minarenin hemen yanındaki bir binanın çatısından çekilmişti. Arkadaki binalar, sokak ve mahalle gözüküyor. İçim acıyor, yüreğim burkuluyor birden. Diyarbakır’daki bir okurumun söyledikleri geliyor aklıma:
“Annemlerin evi Dört Ayaklı Minare’nin tam arkasındaydı.”
Kendisine filmi anlattığım Danimarkalı ziyaretçi şaşkın, bana bakıyor. “Dört Ayaklı Minare ayağından yaralı, şu gördüğün mahalle yok artık,” diyebiliyorum. Biraz ileride Ermeni Katolik Kilisesi harap bakışlarıyla beklemede. Film ilerliyor; birazdan Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nde, İsa’nın önünde, hasta kardeşi için elindeki mumla dilek tutacak tesettürlü bir kadın. Aklım, “sırlarını surlarına fısıldayan” bu şehirde şimdi. Kocaköy’ün İba Mezrası’nda yedi çocuklu bir aileye konuk olacak kameramız. Kanada’ya gelmeden hemen önce Haritaya bakıp da aramıştım hasta çocukların babasını; Diyarbakır’ın Lice - Kulp - Hazro üçgeninde sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. İba Mezrası, tam da bu üçgenin ortasında bulunuyordu. Sur’u, Cizre’yi, Silvan’ı, Silopi’yi, İdil’i, Nusaybin’i vuran kasırga, Yüksekova ve Şırnak’ı da yerle bir ettikten sonra yönünü bu üçgende dönmüştü. Devlet kararlıydı, kökünü kurutacaktı terörün. Ajanslar öyle söylüyordu! Telefonu açtığında baba Salih, yeni bir çocuğu daha olduğunu söylüyor arkasından ekliyordu; “Samanlarımız kaldı, dağlar, meralar bombalanıyor, hayvanlarımız aç!”
Ondördüncü Dünya Nüromüsküler Hastalıklar Kongresi’ndeyiz. Poster salonu, bir masa, üzerinde bilgisayar. Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin kareleri akıyor ekrandan. Masanın etrafında ziyaretçiler. Çin’den gelmişler, Hindistan’dan, Rusya’dan; Asya’dan gelmişler, Avrupa’dan, Amerika’dan; farklı farklı ülkelerden. Ekranda Kürtçe konuşuyor yedi çocuklu bir kadın. Altında, İngilizce akıyor alt yazılar: İki erkek çocuk hasta, on sekizinde, ya da en geç yirmisinde ölecekler; beş kız çocuğunun durumuysa belli değil. Oysa aynı hastalıktan kırkına dek yaşıyor benzerleri Amerika’da, Avrupa’da… “Tanrıdandır” diyor kadın. Oysaki dünyanın guruları, büyük bilim insanları Tanrıdan olmadığını çoktan keşfetmişler. Şimdi çözümler üretmek üzere buradalar. Harıl harıl tartışıyorlar. Kongre bunun için, toplantılar, sunumlar, konuşmalar bunun için. Bizimse akmaya devam ediyor filmimiz. Birazdan, Batman’a, Hasankeyf’e düşecek yolumuz. Kongrenin salonlarında hastalıklarına çare aranan Ata ile Hamza’yı göreceğiz belgeselin bir yerinde. “Burası Batman” diyeceğim ekranı göstererek Danimarkalı kadına. Nehrin kıyısında bağdaş kurmuş, elindeki kâğıttan sandalı Dicle’nin serin sularına bırakacak Ata. Sanırsın bir umut akacak Hasankeyf’te Dicle’nin sularına… Umudunu, kâğıttan bir gemiye yüklemiştir belki Ata. Oysa biliyorum, umut yerine bir süredir kan taşıyor Dicle! Sur’dan çıkarılan kamyonlar dolusu taş, moloz ve insan cesetleriyle sulanmakta bu nehir. Hamza’yı ise geçenlerde kaybettik. Solunum yetmezliğinden. Ona, soluk verecek bir hekimi Batman’da çok görmüştü bu ülke…
Yollarında hayran hayran dolaştığımız bu kent, CN Tower binasıyla dünyaya marka olmuş bu şehir, Toronto… Sekiz katlı, on katlı, on sekiz katlı taş binalarına şaşkınlıkla bakıyorum. Hâlbuki en yaşlı binası, yüz yıllık bile değil belki. Sonuçta en fazla 150 yıllık bir şehir Toronto. Oysa biz 5000 yıllık Suriçi’ni yıktık kendi ellerimizle, yok ettik anılarını şehirlerin! 27 kavmin izini sildik Diyarbakır’dan. 9000 yıllık surlarına tuvaletler kondurduk, siperler kazdık diplerine. Ve acele ölüm silahları ithal ettik, bir bir avlamak için teröristleri cornershut silahlarla… Yeter ki, kendi kendilerini yönetmeye cüret etmesinler diye. Yeter ki ana dillerinde konuşamasınlar diye.
Ayaklarım, tarihi en fazla 150 yıllık bu şehrin sokaklarında dolaşıyor. Düşlerim bambaşka alemlerde. Kaç bin yıldır niye yapamıyoruz biz? Bir arada olmaya, birbirimize tutunmaya, farklılıklarımızı anlamaya, sevmeye, aşık olmaya engel neyimiz var? Bizi, onulmaz acılarla dolu bir kadere mahkum eden şeyin adı ne? Ruhumuza durmaksızın saplanan bu acılar niye? Bedenim ülkemin uzaklarında, çok uzaklarda şimdi. Başka bir kıtanın zenginlik ve çeşitlilik diyarında. Dünyanın pek çok ülkesinden gelmiş, bu yuvarlak kürenin en yetkin, en iyi yetişmiş bilim insanlarının arasındayım. Hep birlikte, insanoğlunun bedenine musallat olmuş talihsiz bir yıkıma çare arıyorlar. Duvarda bir poster. Üzerinde Batman’dan, İba Mezrası’ndan, Akdamar Adası’ndan resimler. Göklerde bir uçurtma, arkada Akdamar Kilisesi. “Ahhh! Tamaraaa!” diye çığlık çığlığa hücrelerim. Karanlık bir ıssızlığın içinde yuvarlanıyorum. Biliyorum, sebebi var, belki de sonu yok bu ıssızlığın. Yüreğimde yitik zamanlara ait biz sızı, ruhumda talihsiz ülkemin cümle acıları. Bağışlayın ne olur, beni bağışlayın. Olmuyor işte, olmuyor, bir türlü yapamıyorum! Düşündükçe hüzne bulanıyor, yazdıkça daha çok acıya saplanıyor kelimeler. Hâlbuki söz vermiştim, bugün aşktan bahsedecektim size ben.