Geçtiğimiz hafta içerisinde Diyarbakır’da bir okul bahçesinde yanına iki oğlunu da alarak öğretmeni darp eden babanın görüntüsü kameralara yansıdı. Şiddet fenomenini öylesine iliklerimize dek hissediyoruz ki, bu bazen bir okulun bahçesinde bazen bir hastane köşesinde bazen de trafik lambasında kırmızı ışıkta beklerken bizleri bulabiliyor. Hayatın değerini ucuzlattığımızı her fırsatta bizlere hatırlatmayı sürdürüyor. Şiddetin toplumsal bir olgu olduğunu ve tüm toplumsal hayatımıza işlediği gerçeğini kabul etmediğimiz sürece de bunu hepimize göstermeye devam edecek.
İçinde yaşadığımız coğrafyanın, kültürün ve geleneklerin sarsılmaz bir sürdürücüsü olarak şiddeti ve ondan beslenen öfkeyi hem kendimize hem de çevremize saçıp duruyoruz. Eğitim yuvası olarak adlandırdığımız bir mekanın içerisinde bir öğretmenin; öğrencisinin velisinden, öğrencisinden ve onun ağabeyinden dayak yemesi akıl alır gibi bir olay değildir. Ancak şiddeti böylesine içselleştiren bir kültürel anlayış içerisinde sorunların çözümünden çok daha ötede iletişimin kendisi de yine şiddet üzerinden yürütülebilmektedir. İşte asıl sıkıntı noktası da tam burada hayatlarımıza dahil olmaya başlamaktadır. Çünkü sözün hükmünün olmadığı ve karşılık bulmadığı yerde maalesef fiziksel şiddet devreye girmektedir. Üstelik bu noktaya ulaşma konusunda sözel şiddetin inanılmaz bir rolü ve bir o kadar da alışıldık bir işlevi bulunmaktadır.
Bu topraklarda çok küçük yaşlardan itibaren argo ve küfür üzerinden kendini ifade etmek hatta zaman zaman sadece bunun üzerinden var olabilmek bile hayata dair olabilmenin yollarının başında gelmektedir. Çocuklarımıza evde, sokakta, okulda gösterdiklerimiz ve anlattıklarımız kadar onların hayatlarında gördükleri içerisinde sürekli olarak şiddet sahnelerinin olması üzerinde durmak zorundayız. Son derece basit gibi görünen buna karşın karmaşık olan insani algılar dünyasında konuştuğumuz her kelimenin ve yaptığımız her hareketin yarattığı etkiler farklı olabilmektedir. Sokağın fısıldadıkları her ne kadar içinden geçtiğimiz zaman dilimi içerisinde azalmış gibi gözükse de etkisi ortadan kalkmış değildir.
Her dönem kendi iletişim dilini ve buna uygun dolaşım kanallarını yaratmak durumundadır. Bir zamanlar sokağın egemenliğinin yerini şu anda başka mecraların almış olması, söz konusu alanın etkisinin tamamen ortadan kalktığı anlamına da gelmemektedir. Çocuklarımız belki eskisinden daha az sokakta oynuyorlar ancak biraz büyüyüp ergen haline dönüştüklerinde yine kendilerini akranlarıyla birlikte caddelere, alışveriş merkezlerine ve birlikte sosyalleşecekleri mekanlara atıyorlar. Belki eskisi kadar sokakta oynamıyorlar ve oranın yarattığı etkilere doğrudan maruz kalmıyorlar ancak şiddetin dolaşımda olduğu farklı alanlarla irtibatları devam ediyor. Ellerindeki akıllı telefonlarda izledikleri kısa filmlerle, yerli ve yabancı dizilerle, gittikleri sinema filmleri ve oynadıkları konsol oyunları aracılığıyla argo kullanımını geliştiriyorlar. Hatta bununla da kalmayıp önce sözel düzeyde ardından fiziksel düzeyde şiddeti hem kullanıyor hem de içselleştirmek suretiyle güçlendiriyorlar.
Sık sık sokakta kavga eden kız öğrencilerin görüntülerini şaşırarak izliyoruz. Oysa farklı bir dönemden geçtiğimizi ve bu dönemin içerisinde şiddetin etkisinin gerek kız gerekse de erkek çocuklar açısından büyük etkiler bıraktığını bir türlü anlamak istemiyoruz. Onları hâlâ geçmişten getirdiğimiz alışkanlıklar üzerinden kendimize davranıldığı gibi davranarak anlamak ve yargılamak suretiyle, yaşananları normalleştirmek istiyoruz. Ancak ne onlar bizler gibiler ne de biz onların yaşadıkları gibi yaşadık! Buradaki tek ortak noktamız, bu topraklarda hiç ama hiç bitmeyen şiddet olgusunun dün olduğu gibi bugün de en çok gençleri etkiliyor oluşudur.
Şiddet dilini besleyen toplumsal alışkanlıklarımızı ortadan kaldıramadığımız sürece şiddetten şikâyet etmemizin herhangi bir yararı da olmayacaktır. Toplumu oluşturan tüm kesimlerin başta siyasiler olmak üzere bölen, ayrıştıran ve ötekileştiren bir söylem tarzından uzak durmaları önem taşımaktadır. Sadece yaşamı değil daha iyi yaşayabilmenin yanı sıra mutlu ve huzurlu bir ortamda hayatlarımızı sürdürebilmeyi de hedefleyen bir yaklaşımı öne çıkartmak durumundayız. Bunun için ise hukukun üstünlüğüne ihtiyacımız bulunmaktadır. Hukuk olmadan hayatlarımızı alt üst eden şiddet fenomeni ile mücadele edebilmemiz ve onu alt edebilmemiz mümkün değildir. Hepimizi bağlayan ve üzerinde hepimizin uzlaştığı adalete bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız bulunuyor. Şiddeti alt edebilmenin yolu daha fazla şiddet kullanmak ve şiddeti bir yaşam biçimi haline dönüştürmek olamaz! Tam tersine toplumsal barışı ve birlikteliği öne çıkartabilmek için şiddetsiz ancak kuralların herkesi bağladığı bir ülkeye muhtacız.
Herkesin kendi ideolojik angajmanları ve geçmişleri üzerinden devam ettirdikleri ön yargıları yüzünden hiç ama hiç bitmeyen kavgaları nedeniyle şiddetsiz bir ülkeye doğru yol alabilmek, çoğu kez bir ütopya gibi gelmektedir. Oysa başka türlü bir dünyanın ve o dünyanın içerisinde bambaşka bir ülke haline dönüşebilmenin mümkün olabileceği gerçeğini es geçemeyiz. Çünkü aksi durumda daha en başından yapabileceklerimizi yapmamak suretiyle şiddetin ve şiddetten beslenen kötülük dalgasının dolaşıma sokulmasına destek olduğumuz için yaşananlardan dolayı hepimiz suçlu olacağız! Bunun yerine denemek, mücadele etmek ve şiddetin dolaşıma sokulmasına katkı vermemek zorundayız.
Eğer başaramazsak önümüzdeki dönemde okul bahçelerinde dayak yiyen öğretmen görüntülerinden öldürülen öğretmen, öğrenci görüntülerine geçiş yapmak zorunda kalacağız. Şiddet dalgası toplumsal hayatımızın her alanını esir almak suretiyle giderek daha az yaşanır bir ülke olmamıza yol açacak. Ölümün şimdikinden çok daha kolay ve anlamsız bir biçimde bizleri kucaklamasına şahit olmaktan çok daha acısı, yaşadıklarımız karşısında hiçbir şey yapamamanın ezikliği şeklinde gerçekleşecek. Bütün bunları yaşamamak için her türlü şiddetten arınmış bir ülke talebimizi daha yüksek sesle dile getirmekle işe başlayalım. İşin siyasal ayağındakilere gerek söylem düzeyinde gerekse de eylemler düzeyinde şiddetsiz bir politik yaklaşım tarzını hayata geçirmelerini isteyelim.
Eğitim şart lafını çok sevmemiz, şiddetsiz bir Türkiye yaratmamıza yetmeyecektir. Bunun için sadece eğitim kurumu açısından değil tüm toplumsal kurumlar açısından şiddetsiz bir ülkeye katkı vermelerini sağlayacak adımları dolaşıma sokmalıyız. Şiddeti gereksiz hale dönüştürmeli ve buradan demokratik bir yapı içerisinde yaşayacak başta hukuk olmak üzere, tüm toplumsal kuralları yeniden inşa etmenin yollarını hep birlikte aramalıyız. Birlik ve beraberlik laflarından çok daha fazla birlikte konuşmaya, birbirimizi dinlemeye ve anlaşmaya ihtiyacımız var.
Cumhuriyetin doksan altıncı yılında hâlâ kurucu kadroyu tartışmaya ve yaşananlar üzerinden ayrışmaya devam ediyoruz. Oysa bu cumhuriyeti kuranların bütün yokluklar karşısında birlikte hareket edebildiklerini ve yoktan var ederek bu ülkeyi kurdukları gerçeğini atlıyoruz. 29 Ekim Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun. Bu toprakları bizlere emanet eden bütün geçmişlerimizi minnet ve şükranla anıyorum. Nurlar içinde yatsınlar.