Epeydir buzdolabında tutulan Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak pek çok kişinin zihninde zaman zaman beliren temel soru şu: "Türkiye Kıbrıs sorununun çözümünde AB’nin kendisinden beklediği adımları atacak mı?"
Biraz abartılı ve avam bir dille soracak olursak, "Türkiye bu kış Kıbrıs’ı verecek mi?"
"Teferruatlarla" pek ilgilenmeyecek okurlar için yazının sonunda ulaşacağım hükmü en baştan anons etmiş olayım:
Evet! Türkiye bu kış Kıbrıs’ı verecek!
Aslında benim "içerden" aldığım duyumlara bakılırsa, Türkiye Kıbrıs’ı "el altından" vermiş. İş sadece ilan etmeye kalmış.
Kıbrıs’ın nasıl verildiğini anlatmadan önce konunun başta ilgisiz gibi görünen ama mutlaka paylaşılması gereken arka planına uzanmam şart.
Tarih 9 Ekim 2006. Yer Beykoz Mahmut Şevket Paşa köyü. İstanbul’un güz hüznü akşam saatlerine doğru yoğunlaşır. Şehrin kuzeyindeki bu güzel köyde, hüzün bu kez kapkara bulutlara sarmalanmış, gün bir sonrakine kavuşmadan biraz önce sağanak yağmur halinde gökten boşalıyor. Bir saati biraz aşan sürede yağan yağmurla birlikte Mahmut Şevket Paşa Köyü’nü sel basıyor. Ama nasıl sel! 100 yıllık yerleşimde 70’e yakın ev hasar görürken, 20 otomobil kayboluyor. Zarar, 3 milyon TL! Köyde Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde afet koordinasyon merkezi oluşturuluyor.
Olup bitenler inanılmaz da olsa, tanıdık. Bizim "sular seller" gibi bildiğimiz konular bunlar. Fakat bu kez sel için "görülmüş şey değil", deniliyor. Köylüler, sele dere taşmasının değil, köyün Alemdağı’na bakan yamacından gelen suların neden olduğunu söylüyorlar. Ama nasıl olup da dağdan sel geldiğini anlamış değiller. “Muamma” deniliyor, şaşırılıyor. Ortalıkta “takdir-i ilahi”, "tabii afet" ve son zamanlarda dilimize pelesenk olmuş "küresel ısınma" lafları gırla gidiyor.
Oysa şaşıracak bir şey yok. Bu tür "afetlerin" arkasında çoğu kez "arazi açmak" tabir ettiğimiz, yasalarımızın dışında ama ananelerimizin epeyce içinde bir “milli sporumuz” yatıyor. Yani öyle Tanrı’nın takdiri falan değil olay! Biz böyle takdir etmişsiz. O yüzden de ortada “küresel ısınma”dan çok “yerel kaşınma” var!
Nasıl "kaşındığımız" ise ziyadesiyle net: Toprağı girift bir şekilde saran, sel ve erozyona karşı Türkiye’nin sahip olduğu en etkili silahların başında gelen makileri, özellikle de kermes meşelerini kökünden sök, arazi aç! Ki toprak su tutamaz olsun. Sonra da dağdan su gelsin. Sen de otur seyret. Hem seyret hem şaşır.
Nasıl olsa sen “arazi açarken” devlet seyrediyor, sen de açtıktan sonra seyret! Memleket seyirlik nasılsa!
Bu ülkede "arazi açma" meseleleri de "münferit" değil, ne yazık ki. Türkiye’nin pek çok yerinde nasılsa af çıkacağını bilen yöre halkı ve kaçak yapılaşma peşindeki yatırımcı “arazi açıp” bazen ormanı bazen makileri “münferit” sayılmayacak yaygınlıkta topraktan söküp atıyor. Türkiye’nin birçok noktasında, bu tip topraklar maalesef on yıllardır işgalcilerin denetiminde. Herkes biliyor ki, bir süre sonra af geliyor ve işgalci yasal statüye kavuşuyor.
Bu tür arazilerde ister zerzevatçılık yapmak üzere tarım arazisi açılsın, ister yapılaşma sahası elde etmek üzere dozer sokulsun, eğer makiler topluca sökülüyorsa, başımıza gelecek var demektir. Bilmeliyiz ki, bu “arazi açma” faaliyetlerinin sonucunda artan bir ivmeyle sel felaketleri yaşanacaktır.
Oysa makiler kesilse dahi, kökü çıkartılmadıkça, o haliyle bile erozyonu, seli önler. Ancak bizler kermes meşelerinin köklerini de toprak altından çıkarıp söküyoruz ki, sobada yakabilelim. Ve onlar sobada çıtır çıtır yanarken, sel gümbür gümbür geliyor. Biz de basan sele mel mel bakıyor, sonra feryat figan “nerde bu devlet” nidaları atıyoruz!
Bizler maalesef bu topraklara dair bilgi birikimimizi yeni kuşaklara aktarmak üzere örgütlenmiş bir toplum değiliz. (Eğitim bunun için değil çünkü bu ülkede.) Bu en temel bilgi aktarılamayınca da, deprem, sel ve benzeri olaylarda her defasında şaşırıyor ya da şaşırmış gibi yapıyoruz. Çıkan fatura, sel felaketleriyle sınırlı kalsa yine iyi. Seller erozyonu şiddetlendiriyor, topraklarımızı yutup yok ediyor. Ana akarsularımızla ve küçük derelerle taşınarak yok olan topraklarımız Avrupa’dan 17, Afrika’dan 32 kat fazla.
Araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye her yıl tarım alanlarından 500 milyon ton, tüm ülke yüzeyinden ise 1,4 milyar ton verimli üst toprağını erozyonla kaybediyor. Erozyona bağlı yıllık kaybımız 25 cm kalınlığında, yaklaşık 400 bin hektar genişliğinde bir araziye eşdeğer. Bu da 4 bin km2 vatan toprağı ediyor. Hani, yeri gelince uğruna mangalda kül bırakmadığımız vatan toprağı! Bilmeden gelip üstüne basan yolcuyu durdurup altındakini sorduğumuz vatan toprağı!
"Bir karışını bile vermeyiz" falan ya! Hani bazen onun için kurşun atanlarla elde bayrak, arkada harita, hatıra fotoğrafı çektirecek denli düşkünüz ya o vatana! Gerisi teferruat ya!
Alın size en kralından bir teferruat daha: Bizler her yıl, 3355 km2 büyüklüğündeki KKTC’den bile daha geniş ölçekte toprak kaybediyoruz. Yani her yıl Kıbrıs büyüklüğünde toprak veriyoruz! Ve bu kış da vereceğiz!
Var mı bu teferruat için bir sözünüz?
2014’te yerel seçimler, sonra da genel seçimler var. Aflar, köylüyü "kalkındırma" (!) yasaları, tapu dağıtmalar, 2B paketleri, 3 maymunu oynamalar, birilerini 4 köşe etmeler falan. Belki seneye bir başka teferruat kapsamında da 5313 km2’lik İstanbul’u veririz.
Çok mu olur? E, biz de sadece kuzeyini veririz! Malum, Kuzey İstanbul’un tadı damak çatlatan cinsten. Google’dan bakıp "kalkınma" yolundaki “fırsatları” gören bağzılarımızın iştahını kabartıyor! Birileri ormanlara dikiyor gözünü, birileri de çevresindeki makilik ve psödo-makilik alanlara. Bizler de en azından makilerin yitirilmesi sorun yaratmayacakmış gibi davranıyoruz. Oysa sadece makilik alanların yitimi bile yukarıda aktardığım türden büyük felaketleri tetikleyecek. Seller inecek, tarım arazileri yitirilecek, bölgedeki taban suyunun çekilmesiyle Belgrat Ormanı yok olmanın eşiğine gelecek! Ama belli ki tüm bu felaketler birer teferruat.
Aslında bu toprakları yitirmemek için sıktığımızda "şüheda fışkırtacak" ölçüde "vatansever" olmamız falan da gerekmiyor. Yani "şehit vermek" şart değil. "ders almak" yeterli! Topluca ağlaşmadan da, ormanı ve makileri söktürmeyerek de devlet ve vatandaş olunabilir.
Tabii vicdanı ve gözü olanlara sözüm!
Var mı bir sözünüz?
Maki deyince, sanki ormanlık olmayan çorak arazilerde, işe yaramaz çalılıkları anlıyor gibiyiz. Önce bu algıyı düzeltmemiz lazım. Maki sözcüğü, Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü bölgelerde bulunan, çoğunlukla küçük, kalın ve parlak yapraklı ve dört mevsim yeşil kalabilen çalılıkları anlatır. Kermes meşesi, sakız, kocayemiş, mersin, süpürge çalısı, pırnal meşesi, katır çiçeği, akça kesme gibi türler makilere birer örnektir. Türkiye’de makilik alanlar içinde en geniş yer kaplayan bitki örtüsü kermes meşesidir (Quercus coccifera). Ormanlık ağaçların gözden yittiği yerlerde onların yerini kermes meşeleri alır.
Onları yitirme meselemiz ne son 10 günün ne de son 10 yılın meselesi. Prof. Dr. Necmettin Çepel’in “Ekolojik Sorunlar ve Çözümleri” başlıklı kitabında verdiği rakamlara bakılırsa, sadece 1950-1997 yılları arasında orman arazisi dışına çıkarılan ormanlık alanların toplamı, 1 milyon 327 bin 259 hektar. Bir kıyaslama olsun: Aynı tarihler arasında yeniden ağaçlandırılan ormanlık alanlar ise sadece 146 bin 596 hektar. Yani biz 10 kaybediyor, ancak 1 yerine koyuyoruz.
Var mı bir sözünüz?
@akdoganozkan