Yakın arkadaşımın yeni bir bebeği oldu. Tatlı mı tatlı bir bebek. Onu ziyarete gittim. Yerde yatıyor, gülücükler saçıyor. Bir an durdu. "E" dedi kaşlarını hafif çatarak. Bana kalırsa minnoş suratın tombikliğinden asıldı o tatlı surat. Bak, dediler, bugün huysuz biraz, aşıdan olabilir.
Hiç huysuz değil bence. Huysuzluk bu değil çünkü. Akşam eve geldim. Babil dizisi var. İzliyoruz. Of diyorlar, mesajı çok cesur. Gözlerim dolu dolu ama ben gördüklerimin pek de cesurca olduğunu düşünmüyorum, cesur bu değil. Ben mi etrafımı anlamlandıramıyorum? Mesajları yanlış okuyorum diye düşünüyorum.
Babil dizisini bir bölüm izledim. Bu diziye, bir akademisyenin yaşadıklarını anlatıyor diyorlar. Anlatmıyor. Bir akademisyenin yaşadıklarının yanından geçmiyor anlatılanlar. Oysa ben izlediğimde bana daha çok bir mafya ile yolu kesiştirilmiş, delikanlılık suyundan içmiş bir Monte Kristo hikâyesi gibi geldi. Ya da yerlileştirilmiş bir Breaking Bad gibi…
Eften püften bir sebepten üniversiteden atılan bir ekonomi profesörü var karşımızda, burası gerçeği yansıtmasa da sebebin anlamsızlığı bağlamında halata sarılıyor diyelim. Profesörün dekanın odasına girdiği sahnedeki hiçbir şey inandırıcı değil. Dekan tam bir kötü adam streotipi. Profesör odadan çıktıktan sonra kötücül bir kahkaha attığını tahmin ediyoruz. Oysa ben nice rektörler hatırlarım yüzüne gülen ama arkandan kuyunu kazan…
Gerçek insanların kötüsü dizidekilerin yanından geçemez. Bas bas bağıran bir adam var dekan rolünde. Zaten dizilerde herkes sürekli bağırmıyor mu? Bu konuya geleceğim. İhaleye fesat karıştırılınca soruşturma açılmaz mı, bu bir süreç değil mi, profesörün eline bari soruşturmanın bir evrağı gelseydi diye düşünürken bir an şunu fark ettim. Yine mış gibi yapıyoruz. Hepsinden biraz anlatalım. Taraf tutmak kolay değil malum. Akademisyenlerden de bir tuz atalım çorbaya demişler gibi. Sanki bir parmak bal çalınıyor ağızlara.
Ne yardan ne serden vazgeçiliyor ve günlük vicdan dozu tamamlanıyor. Hepimiz bir doz alıyoruz her gün sosyal medyada. Üstelik sadece diziyi çekerek değil ama izleyerek de sorumluluğu paylaşmış olabilir. Ne dersiniz? Sert mi oldu? Ama bir akademisyenin yaşadıkları çok sertti. Ve burada o yaşanılan devede bir kulak, bir ufak motif, neredeyse öç hikâyesinin çıkış noktasını gösteren desen gibi duruyor. Bu adaletsizlik sanki bu kadar basite indirgenmeyi hak etmiyor.
Ayrıca düşenlerin tekrar çıkış öç hikâyeleriyle ilgili son zamanlarda izlediğim en gerçekçi yaklaşım Parazit filminin sonundaydı. Filmi izlemeyenlere spoiler vermek istemem. Ama gerçek bir yukarı çıkış -mümkün mü?- ve öç özlemi görsel dilde neye karşılık gelir, izleyin derim.
Babil, bir dönüşüm hikâyesini anlatacak besbelli. Yazıyı yazdığım saatlerde henüz 2. Bölüm yayınlanmadı ancak profesörün karanlık tarafa geçiş ya da bu geçişle mücadelesini izleyeceğiz gibi duruyor şimdilik. Öyle ya, bu adam karanlık tarafa geçmesin de ne yapsın der gibi bize…
Sanki yine anlamakla, meşrulaştırmak arasındaki farkı kavrayamıyoruz. Müslüm filminde de vardı bu sorun. Bir adamı çektiği acılar hoyrat, kaba, şiddete eğimli hale getirdiyse bu anlaşılabilir ama kendisi bu sebeple şiddet uyguluyorsa bunu meşrulaştıramayız. Adam kötü olacak ve bu kötülüğün meşruluğu bağlamında rol oynayacak.
İhraç edilen akademisyenler kötü tarafa mı geçti? İnsanlar, ekmeklerinin peşine düştü. Başına kötü bir şey gelen herkes çıkıp bunun öcünü almaya çalışsaydı bunun gerçek olmadığını ancak o zaman görürdük.
Haksız bir suçlamayla üniversiteden atılan profesörün en tepeye çıkacağına dair ettiği yemin onu marjinalleştiriyor aslında. Gerçi marjinalle normal olan da epey karışmadı mı artık? Diziyle ilgili yorumlara bakarken bir kişinin şöyle bir cümle paylaştığını gördüm. Aslında ihraç edilen akademisyenlerden bahsediyor: "Bunların arasında belki masumları da vardır da onlardan bazılarını da yanlışlıkla atılmışlardır". Örneğin normal bir dünyada ben bu cümleyi marjinal olarak değerlendirirdim. Daha anlama geçemeden bir grup insandan herkese açık bir alanda "bunların" diye bahsetmek bile, ne diyorum ben? İşte gerçek bir Babil öyküsü. Aynı dili konuştuğunu sanan insanlar bile aslında aynı kelimelerle konuşmuyor.
Boş ver Aslı! Bu sanırım artık en normal ve sıradan tepki. Kaldığımız yerden devam edelim!..
Yerli dizilerdeki hikâyeyi görsel olarak anlatmama sorunu devam ediyor gördüğüm kadarıyla. Tüm para sinematografiye harcanıyor ama diyaloglar son derece basit, senaryoda boşluklar var, oyuncu yönetimi problemli. Yeşilçam filmlerini hatırlarsınız.
Telefonu açan kişi konuşur bağırarak. "Ne, çok mu kötüymüş? Ne, acil doktor mu lazımmış?" Çünkü bunu bize görsel bir dille anlatmanın başka bir yolunu bulamazlar. Bu problemli durum hâlâ bir ölçüde devam ediyor. Sinemaya yapılan bir iş değil bu, anlıyorum. Ama televizyon da görsel bir hikâye anlatma aracı değil mi? Bizim görsel hikâye anlatımından anladığımız, karakterlerin birbirlerine mânâlı bakmaları… Ve sanırım şunu dememizi bekliyorlar. "Vay be adam bir bakışla hepsini anlattı". Ama asla öyle olmuyor. Görsel dille hikâye anlatımı konusunda sinemadan örnekler versek belki yanıltıcı olabilir. Ancak televizyon dizilerinin de kendi kuralları içinde bunu yapabilme olanakları var. Ben en temelde şunu anlayamıyorum ki daha, hikâye görsel bir dille anlatılmayacaksa neden televizyon dizisi çekiliyor?
Bu sektörde iyi oyuncuların önünü açmak şöyle dursun aslında onlara büyük kötülük yapıyorlar diye düşünür dururum. Bir defa diziler çok uzun. Bana kalırsa asıl Monte Kristo hikâyesi bir kişinin çıkıp "Dizi bu kadar uzun çekilemez, bu uzunlukta kalite yakalanamaz, biz bunu 50 dakika çekeceğiz" demesiyle gerçekleşir. Şahsiyet dizisindeki gibi.
Oyuncular genç yaşta üne ve paraya kavuşuyor ve ardından bir çoğu kendisini "tamamen olmuş" hissediyor. 130 dakika bir kaliteyi devam ettirmenin bunu her hafta yapmanın bir olanağı olsa herhalde bulunurdu şimdiye kadar. Sadece Babil özelinde değil ama çoğu yerli dizide gördüğüm temel bir problem ise karakterlerin sürekli bağırmaları. Lütfen bunu dikkate alarak izleyin herhangi bir dizinin bir bölümünü. Sürekli bağırıyorlar. Karakter oyuncusu olmak ve öfkeyi sessizce karşındakine geçirmek kolay olmasa gerek. Ama bağırınca mecbur anlıyoruz birinin sinirlendiğini. Ses konusunda biraz hassas birinin elinde televizyon kumandası olmadan bir yerli diziyi seyredebilmesi çok zor!..
Üniversite profesörü amfide ders anlatıyor. Bu kısmın diyalogları oldukça zayıf. Yine Yeşilçam’a gidelim. Bir ameliyat masası. Doktor Cüneyt Arkın. "Neşter" diyerek yanındaki yardımcısına döner. Filmde ameliyatla ilgili duyup duyabileceğimiz en komplike tıbbi terim bu olacaktır. Ekonomi dersinin nasıl anlatıldığını görerek profesörün nasıl bir insan olduğunu ve kalbinin mağdurlar için çarptığını anlamalıyız. Çünkü bize bunu alenen söylüyor. Yine bir "Ne, çok hasta mıymış? Ne, ölecek miymiş? Ne, acil mi?" durumu.
Profesörün söyledikleri de tartışma konusu oldu biliyorum. Sokaktaki adamın diliyle konuşan bir profesör. Klişe bilgileri ardı ardına sıralayan, hiçbir bilgi vermeden kulaktan dolma şeyler anlatan… Ama bu olmaz mı? Bunu yapan hoca yok mu derseniz? Vardır maalesef. Ancak dizideki örnek kötüsünden mi iyisinden mi olmalı, belki onu tartışmalıyız. Bir kez daha bu sahnede görsel bir anlatımdan nasibimizi alamıyoruz.
Yerli diziler çoğunlukla melodrama anlatısının anlatı kalıplarını takip ediyor. Anlatım için aynı şeyi söylemek güç. Zira biri hikâyeyi biri hikâyenin görsel dilde nasıl anlatıldığını karşılar. Yine bir aşırılıklar metni ile karşı karşıyayız.
Doktora tezimde yaklaşık 10 sene önce savunduğum bir tez vardı. Yeşilçam anlatısı ve yerli diziler arasında bir anlatı bağının varlığından söz ediyor ve bu monomit anlatı yapısıyla tekrar ve tekrar karşılaşmanın zihnimizde adeta bir anlatı koleksiyonuna karşılık geldiğini söylüyordum. Hâlâ bıraktığım yerdeyiz. Dramatik müzikler, uzun bakışmalar da cabası.
Gelelim Babil’in hikâyesine. Sanat tarihinde Babil hikâyesinin nasıl görselleştirildiğine ilişkin resim ve film hikâyeleri var. Belki en ünlü resim Pieter Bruegel’in resmi. Hikâye İncil’den. Tanrıya ulaşmak için uzun bir kule yapmak isteyen insanların bu fikrine Tanrı katılmaz. Onları farklı dillerde konuşmakla, iletişimsizlikle kaderlendirir. İnsanlar konuşamadıklarında, anlaşamadıklarında, birbirilerini anlamadıklarında kule bir yandan yapılır bir yandan çöker. Resimde çizilen kralın eteğini öpen işçiler de kral da bakarak değil ama görerek ortaya çıkar.
İnsanlar anlaşamadıkları sürece her şey beyhudedir. Kim kimin üstünde, kimin yaptığı bir diğerininkinden önemli ne önemi var? Bir şeyi hep beraber inşa edemedikten sonra tüm çabalarımız boşunadır.
Umudum, dizideki Babil göndermesinin tam da bunu anlatıyor olmasında. O zaman dizinin en cesur yeri bana kalırsa gerçekleri haykıran adı olacaktır.