Dizüstü bilgisayarımda kış temizliğine kalkıştım. Bir gün gerekir diye kaydettiğim raporlar, haberler, yerli yabancı yazarlardan yorumlar, bir zamanlar aldığım ama artık iyiden iyiye bayatlamış notlar, yazı taslakları, falan filan. Okkalı bir çöp yığını…
Çöp olanlarla, olmayanları ayıklarken bir yazı gözüme ilişti. Onat Kutlar arkadaşıma yazılmış bir mektup. Kalleş bir saldırıda can vermiş ve yaşasaydı 80'inde olacak Onat'ın dostlarının mektuplarından oluşan, Hülya Uçansu arkadaşımızın derlediği bir kitap için yazılmış. Kitapta yerini de almış ama, kaç kişi o kitabı edinmiş, edindiyse bile kaç kışı benim mektubu okumuştur? Herhalde pek az.
Çok içten bir mektuptu, silmeye kıyamadım. Dahası T24 okurlarıyla da paylaşmak istedim.
Hem hatırlayın, geçen haftalarda kimi okurlar "Hiç olmazsa hafta sonları biraz hafif, biraz neşeli tırmıklar yazsanız, hiç olmazsa Pazar günleri siyaset dışı bir şeyler yazsanız" diye Twitter üstünden beni tırmıklamışlardı.
Alın size şu hafta sonunda siyaset dışı bir Tırmık. Ama neşeli ve hafif değil; kederli…
Ama baştan pazarlık, uzun, alışmadığınız kadar uzun bir Tırmık okuyacaksınız.
Buyrun…
* * *
Onat,
Bunca yıl sonra, hem de neredeyse durup dururken benden sana bir mektup yazmamı istediler. Farkında değiller belki ama beni bir "anılar labirenti"ne itivermiş oldular. Günlerdir (haftalardır?) o labirentte bir çıkış yolu arayıp bulamadan dolanmaktayım.
Bana hak ver. Hangi birinden söz edeyim?
12 Mart karanlığında biz kaçak göçek yaşarken kurucularından olduğun Sinematek'in, ortak yanları senin arkadaşın olmaktan ibaret beş altı kişilik bir gruba sayende nasıl kol kanat gerdiğini; olanaklarını o karanlık günlerin ciddi tehlikelerini umursamadan nasıl bizler için kullandığının eğlenceli, çocuksu, heyecanlı öykülerini mi anlatsam acep?
Yoksa nasıl becerdiysen Boğaz'da, Küçüksu deresinin ağzında kiraladığın o sadece ve sürekli şiirler çağrıştıran evden mi söz etsem. Hani o harikulade haziran gününü, akşamını ve gecesini mi anlatsam?
Hani Tuncel Kurtiz'le bir öğle vakti karşı taraftan, Arnavutköy'den vira kürek sandalla o eve gelip, Sevil (Kutlar) ve seninle birlikte heykeltıraş Kuzgun'u (Acar) evde bulup, bütün gün şarap içip, şiir, tiyatro, sanat konuşup, karanlık bastığında Kuzgun'un "Kalkın lan, dolunaymış. Ayın on dördü" narası ile ayaklanıp, bizim sandala doluşup, Küçüksu koyunda, ay ışığında saatlerce anadan doğma yüzdüğümüz, şiir ve sanat üstüne sıkı sohbetimizi bu kez denizde sürdürdüğümüz ve buna en çok kendimizin güldüğü o unutulmaz haziran gününü, akşamını ve gecesini…
Yoksa siyasal göçmenlik yıllarımda Frankfurt'taki evimize uğradığında kadim arkadaşın Oya Baydar'la sıkı bir sohbet kaynattıktan sonra gece geç vakit seni kaldığın otele bıraktığım ve bırakamadığım geceyi mi anlatsam? Hani Dorint Otel'in bahçesinde şafak sökene kadar süren sohbetimizde göçmenliğin eğreti yaşamını anlattığım ve senin "Yazsana oğlum bunları, yazsana yav hepsini" diye ha bire sözümü kestiğin o geceyi... Hatta o geceyi, yıllar sonra Cumhuriyet'te "Eğreti yıllar, eğreti yaşam: Göçmenlik" diye benim anlattıklarımdan süzdüğün yazını hatırlatsam mı?
Belki de Yenikapı günlerimizden söz etmek daha doğru olur. Aksaray meydanından Yenikapı'ya giden yolda yan yana sıralanmış odun depolarının ardındaki salaş meyhanemizden meselâ... Hani Bülent Habora'lı, Adnan Özyalçıner, Sennur Sezer, Namık Behramoğlu, Doğan Hızlan, Atila Özkırımlı, Süreyya Berfe'li bir meyhane akşamında, Sennur, "Onat sen burda, aramızda iyi aile çocuğu gibi kalıyorsun" diye sataştığında "İyi aile çocuğu olmadığını" kanıtlamak için girdiğin bıçkın hava ile bizleri kasıklarımızı tutmacasına kahkahalara boğduğunu filan aktarsam seni pek hoş anlatmış olmam mı?
Yoksa en iyisi...
Yok, yok vazgeçtim. Sonu yok. Dedim a, "anılar labirenti"ndeyim ve bir türlü çıkamıyorum...
Gel en iyisi "Edebi yazıda ritm olur mu, olursa nasıl olur" sorusuna cevap aradığımız o iki (yoksa üç, hatta dört mü) günü anlatayım. Hani sohbetten çok tartışma, tartışmadan çok arayış, arayışın yanısıra çocuksu sevinçlerimizi ve sonunda senin koyduğun noktayı: Keşfetmeliyiz arkadaşlar; bunu keşfetmeliyiz!..
Ben hâlâ keşfetmeye çabalıyorum. Belki sen de… Belki Bülent Habora da… Bizim aramızdan ayrıldı, sana yakın geldi, sor bakalım, keşfedebilmiş mi? Ben de Doğan Hızlan'a sorarım…
Biliyorum çocuksu bir tartışmaydı. Oysa dünyanın en önemli sorunuymuşçasına günlerimizi, gecelerimizi (evet gecelerimizi) kapsayacak kadar önemli olmasa gerek.
Yine de bekar evlerinde günler, geceler boyu tartıştık. Şarap (Mutuk şarabı 105 kuruş. 15 kuruşu şişe depozitosu), sigara (Sen içer miydin? Bak bunu hatırlamıyorum) ve bir soru:
"Edebi yazıda ritm olur mu, olursa bu nasıl olur?"
* * *
Bu yazdıklarımı senden başkaları da okuyacak. O yüzden baştan alsam iyi olacak…
Herşey Tuncel Kurtiz'in Sander Kitabevinde yeni çıkmış bir kitap bulmasıyla başladı: Aktörlük Sanatı.
Yazarı Richard Boleslawsky. Moskova Sanat Tiyatrosu'nun altın çağında, ünlü Stanislawsky ile çalışmış Polonyalı bir tiyatro ve sinema rejisörü, oyuncu ve oyunculuk öğretmeni. Kitap Suat Taşer'in pırıl pırıl çevirisiyle Türkçeye kazandırılmıştı.
Günlerce Tuncel Kurtiz'le Aydın Engin'in elinden düşmedi. Kitap adeta satır satır ezberlendi. Hemen her cümlesi üstünde heyecanla konuşuldu. Bu konuşmalardan biri, İstanbul'da çoğunluğu solcu, öğrenci ve aydınların her günkü buluşma yeri olarak bir döneme damga vuran Yenikapı'daki "Kemal Bey'in kahvesi"nde sürdü. Tartışma başladığında masada sen de vardın. Hatırlarsın sonra Bülent Habora, Doğan Hızlan da masaya çöktüler ve tek kelimesini okumadıkları, kapağını bile görmedikleri, adını duymadıkları bir kitap üzerine süren tartışmaya onlar da karıştılar.
Olmaz demeyin. Olur. Öyle bir dönemdi. 27 Mayıs olmuş, ülkede alışılmadık bir özgürlük havası esmeye başlamıştı. TİP kurulmuştu. Üniversiteyi yeni bitirmiş ya da bitirmek üzere olan "kızlı erkekli" aydınlar Paris'ten gelen moda akım egzistansiyalizm (varoluşçuluk) ile sosyalizm arasında seçme yapmaya çabalıyorlardı.
Ama yaşamın merkezini boydan boya, baştan başa -henüz- siyaset kaplamamıştı. Sanatın her dalı canlı, diri bir ilgi odağındaydı. Tiyatrolarda yeni başlayan bir oyun fazla da gecikmeden mutlaka izlenmeliydi ve oyun üstüne de en azından birkaç gün değme tiyatro eleştirmenine taş çıkartacak bir ciddiyetle tartışılmalıydı.
Birkaç edebiyat dergisi almak adeta zorunluydu ve şiirde epeydir tanışılan "ikinci yeni" ile yeni yeni duyulmaya başlayan "sosyalist gerçekçilik" arasında bir tercih yapmak pek zordu.
Senin Sinematek Derneğini kurmana daha birkaç yıl vardı. O yüzden Fransız Kültür Merkezinde, İtalyanların Casa d'Itali'sinde gösterilen sinema klasikleriyle idare edilmekteydi ve o gösterilere gitmeyenlerden küçümseyici dudak bükmelerle söz edilmekteydi.
İşte öyle bir dönemdi ve o yüzden kapağını bile çevirmedikleri bir kitap üstüne konuşmanın ve başlangıcını bilmedikleri bir tartışmaya ortasından balıklama dalmanın şaşılacak yanı yoktu.
Tuncel Kurtiz daha ilk okuduğunda "taktığı" Boleslawsky'nin bir cümlesini bir kere daha (benim için kim bilir kaçıncı kez) masanın üstüne koydu:
"Ritm bütün sanatların prensidir; tempo onun piç kardeşi !.."
Bunun tiyatrodaki karşılığı üstüne özellikle Çehov oyunlarından örnekler verildi. Orada görünüşte ağır ağır oynanan, ama dipte olağanüstü bir ritmin seyirciyi sardığı sahnelerin altı çizildi. Kuşkusuz tartışmanın bu bölümünde sözün ağırlığı Tuncel Kurtiz'le bendeydi. Sizler dinlemek ve kafa sallamayıp onaylamakla yükümlüydünüz. Çünkü tiyatro bizim uzmanlık alanımızdı.
Oyunu kim, yani hangimiz bozdu hatırlamıyorum; ama bozuldu işte. Masanın üstüne bir soru kondu:
"Peki şiirde ritm nasıl olur?"
Cevap o anda bulunamadı. Ama ertesi akşam bugünkünün tersine çok tenha bir Beyoğlu arka sokağı olan Nevizade'deki Lefter'in laternalı meyhanesindeki masada soruya yine Tuncel Kurtiz'den (demek gece boyu düşünmüş) cevap geldi. Nazım Hikmet'in Hazar Denizi'ndeki bir balıkçıyı anlattığı şiirini heyecanla okumaya başladı…
- İniyor kayık, çıkıyor kayık…
İtiraz etmedik. Çünkü sahiden de çalkantılı bir denizin ritmi şiirin dizelerinde sese bürünmekteydi. Hele Türkçenin gırtlaktan çıkan güçlü "K" sesi ritme neredeyse bir musiki tınısı katıyordu…
Bu çetrefil soruya da cevap bulmanın mutluluğunu tam tadamadan sen lafa girdin ve gecenin canına okudun:
- Tiyatroda, şiirde, sinemada tamam; ama edebi yazının bütün alanlarında bu mümkün mü? Mesela hikâyede, mesela romanda, mesela anlatıda?
O gece ve sonraki gecede, ekibe yeni katılanlarla senin soruya cevap arandı ve hepimizi ikna eden bir cevap bulunamadı.
Sonra senin cümlen geldi:
- Keşfetmeliyiz arkadaşlar; bunu keşfetmeliyiz!..
* * *
Onat,
ben hâlâ "keşfetmiş" değilim. İçimizden kimileri senin tarafa geldiler. Tuncel Kurtiz mesela orada; Bülent Habora, Sennur Sezer orada. Atila Özkırımlı orada. Sermet Çağan orada.
Sen orada onlarla konuş, hep birlikte "keşfetmeye" devam edin. Ben de burada kalanlarla, ki sayımız epey azaldı, devam ederim. Tamam mı? Herhalde mutabıksındır.
Gözlerinden öperim kardeşim…
Aydın