Şükrü Hanioğlu dünkü yazısında harika bir tespit yapıyordu. “Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübeleri siyasetimizin ender ve kısa "ara"lar dışında sonlanmayan bir OHAL sürecinde yapıldığını ortaya koymaktadır. Diğer bir ifadeyle siyasetimiz "olağanüstü şartlar" gerekçesiyle koymuş olduğu "idealler"in oldukça uzağında kalmayı "olağanlaştırmış"tır. Bu süreçte "olağanüstü" koşulların aşılması sonrasında yeniden "ideal"in hedefleneceği vurgulanmışsa da sürekli biçimde kendini üreten "olağanüstü şartlar" buna imkân tanımamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde "olağanüstü şartlar"ın demokrasimizin düşük bir ligde yer almasını meşrulaştırmak için "kendimize özgü koşullar"a benzer bir gerekçe, bazen de onun bir türevi olarak kullanıldığını söylemek yanlış olmaz.”[1]
Şükrü hoca yazının devamında olağanüstülüğün nasıl yapısal bir mesele haline dönüştüğünü analiz ediyor ve “Türkiye'nin asırlar süren "olağanüstü şartlar" sarmalından çıkabilmesinin en anlamlı yolu, şimdiye kadar denemediği bir yol olan "olağanüstünün ne denli olağanüstü olduğunu tartışmak" ve bunun neticesine bakmaksızın onu "olağan ile aşmaya" çalışmaktır” diye bitiriyordu.
Bu topraklarda devlet aklı, merkeziyetçiliği sürdürmek, vatandaşın her bir anını ve alanını denetlemek, değişiyormuş gibi yaparak değişmemek konusunda ne kadar mahir ve hünerliyse, siyaset de ne yazık ki reformları savsaklamak, bahaneler bulmak, olağanüstülüğün yeni gerekçelerini üretmek konusunda o denli mahir ve hünerli.
Cumhuriyetin kuruluş modeli reforme edilemedi. İkinci dünya savaşının ardından dünya insan hakları, katılımcı demokrasi, yönetim reformları konusunda ilerleme kaydederken bizim siyasetimiz hiçbir siyasal ve toplumsal sorunu çözememe becerisini gösterdi.
Yüzyıllık siyasal ve toplumsal sorunlar ağırlıklı olarak Kürt meselesinin beslediği olağanüstülük gerekçeleriyle bugüne kadar taşındı. Sorunlar markalaştı.
Bu sorunları çözmesi, gereken reformları yapması gereken siyaset hep kısıtlı ya da vesayet altında oldu. Sonuçta bu topraklarda demokrasi seçimlere, siyaset partilere, sivil toplum kamu kurumu nitelikli zorunlu örgütlenmelere sıkıştırıldı.
Bu zihniyet sonucu Başbakan her eleştireni particiliğe, sandığa davet ediyor, çünkü siyaseti particilikten ibaret görüyor. Aslında kamu kurumu olan odaların, baroların başındakiler de zaten örgütlerini particilik kariyerlerine kapı açan ara basamaklar olarak görüyor.
Siyasete bakışlarında birbirlerinden bir farkları yok.
Bugün geldiğimiz noktada bu merkeziyetçi ve tektipçi devlet ve yönetim sistemiyle gidebileceğimiz yer kalmadı artık. Bu sistem kendi içinde bile her gün kırılıyor, kriz üretiyor. Nereye dokunsan her türlü sorun ortalığa saçılıyor.
Her gün ortaya çıkan cerahatler, keyfilikler, çeteleşmeler de bugünün “olağanüstülüklerinin” gerekçesi oluyor.
Bu yıkımı yapıcı yıkıma çevirmenin ya da Şükrü hocanın deyimiyle “olağanüstülükten çıkışın” yolu nereden geçiyor?
Bence başlangıç noktası “siyasetin doğallaştırılması”.
Bugünün gündelik hayat ritminde her alan siyasi artık. İnsan haklarından tüketici haklarına, çevre meselelerinden iklim değişikliğine karşı uygulanacak politikalara, gen biliminin fırsat ve risklerinden bilişimin fırsat ve risklerine, futboldan kültür-sanat politikalarına siyasi olmayan alan yok. Ve bu denli karmaşık, çok boyutlu siyasi alan yalnızca partilerle ve merkezi iktidar anlayışıyla da yönetilemez hale geldi.
O nedenle gerçekten sivil toplumun örgütlenmesinin önündeki her türlü engeli kaldırarak, dernekler ve vakıflar kanunlarını baştan aşağıya yeniden yazıp demokratikleştirerek başlayabiliriz. İfade özgürlüğünün önündeki her türlü kısıtlamayı, medyadan internete denetleyici, yasaklayıcı zihniyeti terk ederek başlayabiliriz. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununu, polis vazife ve salahiyetleri kanununu baştan aşağıya demokratikleştirerek başlayabiliriz.
Benzeri bir dizi siyaset alanını düzenleyen yasaları demokratikleştirerek siyaseti doğallaştırabiliriz.
Ancak o zaman kim, hangi ihtiyaç ve taleplerini öne koyarak, hangi araç ve yöntemlerle siyaset yapacaksa yapar.
Ancak o zaman birbirimize dair beslediğimiz vehimlerden, korkulardan kurtuluruz. Birbirimizi öcüleştirmekten, şeytanlaştırmaktan vazgeçeriz. Korkulara teslim olup duvarlarımızı yükseltip, gettolaşmak anlamsız olur.
O zaman pankartlar, poşular ceza nedeni olmaktan, her gösteri biber gazına boğulası uluslararası komplolar olmaktan çıkar.
O zaman birbirimiz dinlemeye, anlamaya başlarız. O zaman “şakşakçılık” ile “yuhyuhçuluk” arasına sıkışmış zihinlerimiz ve dillerimiz özgürleşir.
İşte o zaman münakaşa ve münazaradan kurtulur, müzakere yapmaya başlar, uzlaşmalar üretmeyi öğreniriz.
İşte o zaman “olağanüstülük olağanlaşır”. Çünkü siyaset doğallaşmıştır.