Gezi olaylarıyla ilgili toplumun her kesiminde büyük bir şaşkınlık var. Bu şaşkınlığın temelinde bu gösterileri kimlerin düzenlediği, kimlerin polisin şiddetine karşı bu denli güçlü bir direniş gösterdiği soruları var. Yapılan analizlerin çoğunda, Başbakan’a vekalet eden Bülent Arınç’ınki de dahil, olayların başlangıcında “meşru” çevre duyarlılığına dayanan taleplerin “gayr-ı meşru” polis şiddetiyle bastırılmasının önemli bir rol oynadığı yer alıyor. Böylelikle başlayan olayların bir süre sonra da birileri tarafından Hükümetin istifasını talep eden Kemalist, ırkçı ve şöven bir AKP karşıtlığına dönüştürmeye çalıştığı yine bu tesbitler arasında. Bazı analizlerde ise bu olayların “özgürlükçü genç kuşak” tarafından dile getirilen “yeni bir siyaset” talebi olarak okunması gerektiği ileri sürülüyor. Bu tesbitlerin her birinde bir doğruluk payı vardır kuşkusuz ama olayları biraz daha geniş bir çerçevede ele almak, bu konuyu Türkiye siyasi sosyolojisinde etkileri hala sürmekte olan “kimlikler üzerinden siyaset” olgusuyla birlikte düşünmek belki de yeni ve farklı ipuçları sağlayacak bir yol olabilir.
Batı’da yapıldığında oldukça açıklayıcı olsa da, Türkiye’de siyasetin yönünü, “sınıf analizi” üzerinden değil de “kimlik” üzerinden bulmaya çalışmak bence çok daha doğru bir yaklaşımdır. Bunun neden böyle olduğu tartışmasını bir yana bırakırsak, bugünün siyasi alanı içindeki sorunlarımızın çoğunun farklı kimliklere sahip bir toplumun cumhuriyetle birlikte tek bir kimlik içine sokulmaya zorlanmasıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhuriyeti kurmak isteyen elitler, kendilerini, Osmanlı toplumunun farklılıklar içeren imparatorluk dokusundan bir “ulus-devlet” üretebilmek için diğer kimlikleri de asimile edebilecek nitelikte homojen yeni bir kimlik yaratmak zorunda hissettiler ve bu kimliği Türk, Sünni, batılı ve Mustafa Kemal düşüncesiyle hareket eden milliyetçi bir kimlik olarak belirlediler.
Uzatmadan söyleyelim doksan yıldır Cumhuriyeti kuran elitler bu amaçlarında kısmen başarılı olmuşlarsa da, adına “laik kimlik” dediğimiz yeni bir kimlik yaratmışlarsa da bu kimliğin diğer kimlikleri “asimile” etmesi konusunda, başarısız kalmışlardır. Özellikle “İslami kimlikle” “Kürtleri” bu kimliğin içinde eritememişlerdir.
2000’li yıllarda İslami kimliği büyük ölçüde temsil eden AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan süreç sonunda “vesayet rejimi” dediğimiz süreci bitirirken “laik kimliğin” doksan yıllık iktidarını da fiilen sonlandırmıştır. Son yıllarda kimlikler siyasetinin çatışmacı evreninin bunalttığı AKP, Kürt kimliğinin sorunlarının çözümü için adım atınca kendi zihniyet dünyasına yabancı bir demokrasi talebiyle karşılaşmıştır. Bu yeni demokrasi talebi kimlikleri aşan, daha doğrusu toplumdaki bütün kimliklerin taleplerine duyarlı yeni bir demokrasi talebidir ki bu talep özünde Türkiye siyasetine yabancı bir taleptir. Nitekim AKP, böyle bir demokrasi talebini karşılayacak ileri bir adım atmak yerine Kürt sorununu çözmek üzere yapılanların kendi tabanında ters tepkiler yaratmasını önlemek amaçlı ve “muhafazakar” dünya için anlamlı adımlar atmayı tercih etmiştir. Kürt sorununu çözmek için daha “katılımcı bir demokrasi” anlayışına yönelmek yerine eski “çoğunlukçu demokrasi” anlayışıyla kendi tabanını dengeleme adımları bu kez de zaten yenilmişlik duygusu içinde olan ve azınlık bir kimlik olduğunu yeni yeni kavramaya başlayan “laikler” için tam bir “yaşam tarzı” baskısı olarak algılanmıştır.
Bu nedenle de Gezi olaylarını, son yılların siyasi gelişmeleri sonucunda kendilerini “laik” olarak tanımlayan insanların (özellikle onların gençlerinin) ülkeyi yöneten “İslami kimlik” tarafından baskılandıklarını düşünerek verdikleri sivil bir tepki olarak okumak gerekir. Diğer taraftan da bu olayların, bu kimliğin, doksan yıllık Cumhuriyet rejiminde ülkeyi yönetmesine rağmen ülkenin sosyolojisinden ve yaşanan tarihten kopuk bir kimlik olarak yaratılmış olduğunu yavaş da olsa farketmesiyle ilgili olduğunu da unutmamak gerekir. Gösterilen tepkinin şiddetinde bu hayal kırıklığının etkisi de vardır.
Bir azınlık kimlik, yaşadığı siyasi rejimin içinde kendini baskılanmış hissederse, o kimlik içinde farklı kesimleri de içine alacak biçimde bir “biz” duygusu üretir ve farklı kesimleri içinde birleştirebildiği ölçüde de bu duygu güçlenir. Bu güçlenme herhangi bir örgütlenmede yatay ilişkileri (mesela hemşehrilik) içine almakla kalmayıp dikey ilişkileri de (zengin-fakir) içerdiğinden normal bir sivil toplumda olabilecek bir güçten çok daha büyük bir güç birikimine yol açar.
Tıpkı İslami kimliğin ve Kürt kimliğinin doksan yıllık “vesayet rejimi” dediğimiz rejim altında kendini baskılanmış hissetmesi nasıl ki bu kimliklerin içindeki farklılıkları birleştiren bir etki üretmişse, bugün “laik kimlik” de benzer biçimde kendini baskılanmış hissetmekte ve kendi içinde farklılıkları birleştiren bir yolda güçlenmektedir. Bence AKP Hükümetinin anlamakta zorlandığı bu gerçektir. Aynı zaman dilimi içinde “1 Mayıs”, “Emek sineması”, “Alkol”, “öpüşmeyin anonsu”, “Yavuz Sultan Selim Köprüsü”, “Topçu Kışlası” gibi yalnızca “İslami Kimlik” dünyasında anlamlı olan ve fakat “laik kimlik” bakımından bir “yaşam tarzı sınırlaması” olarak algılanan konuların, üstelik de yukarıdan bir üslupla gündeme getirilmesi “laik kimliğin” isyanına neden olmuş ve olmaktadır.
Gezi olaylarında yer alan insanların biraz da hayretle ve şaşkınlıkla ifade ettikleri farklı siyasi grupların birlikte hareket ediyor olmaları, aslında bu çerçeveden bakılınca şaşırtıcı da değildir . Çünkü AKP’nin yarattığı siyasi atmosfer, laik kimliğin baskılanması anlamı taşıdığından, bir türlü bir araya gelemeyen ama tipik özellikleri “laik kimlik içinden çıkmış olmak” olan bu insanları da bir araya getiren bir “biz” duygusu üretmiştir. Parktaki Kemalistlerle birlikte anarşistlerin, ulusalcıların, anti-kapitalist Müslümanların, çevrecilerin ve daha bir çok sol siyasi hareketlerin birlikte bulunmaları laik kesim içinde oluşmakta olan “biz” duygusunun da görünen yüzüdür.
Laik kesim gençlerinin siyaseten önerdiği demokrasinin “katılımcı bir demokrasi” olması da azınlıkta olduğunun bilincine varan bir kimliğin kendini savunmasını mümkün kılabilecek en uygun siyasi yollardan biri olmasındandır. O nedenle de laik kimlik siyasetçilerinin şimdiye dek ordudan bekledikleri için hiç kafa yormadıkları iktidar yollarından biri olan “katılımcı demokrasi” modelini şimdi gençlerinin telaffuz etmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü, “Jön Türk” diye bilinen siyasi terimi dünya siyasi literatürüne hediye etmiş bir geleneğin olduğu bu topraklarda gençlerin toplum adına davranıp sahneye çıkması ve bu siyasi öneriyi dile getirmeleri yine toplum olarak bizim normallerimizden biridir.
Türkiye siyasi alanındaki kriz, “kimlik siyasetinin” artık sınıra gelmiş olmasından kaynaklanan bir krizdir. Bir coğrafyaya deyim yerindeyse kapatılmış farklı kimliklerin kendi kimlikleriyle ilgili talepleri ifade etmeleri ve bu talepler üzerinden siyaset yapmalarının “meşruiyetinin” sınırına gelmiş bulunmaktayız. Bu noktadan itibaren kimlik siyasetinde ısrar etmek ve bütün diğer kimliklerin taleplerini de içeren yeni bir siyaset üretmemek çatışmacı bu siyasi iklimin devamı anlamına gelecektir.
Nitekim bu eşiğe gelmiş Türkiye demokrasisinin daha ileri bir demokrasiye sıçrayamaması, onu bugün, bu sınırda patinaj yapan bir duruma getirmiştir. Gezi parkından yükselen dumanların ise bu patinajın yarattığı dumanlar olduğunu kolaylıkla hayal edebiliriz. Kısacası Türkiye’nin, “kimlik siyasetini” aşan bir “kimlikler-üstü”, yani bir “demokrasi siyasetine” ihtiyacı vardır. Başbakan ve partisi AKP ise, bir türlü bu ihtiyacı karşılayan bir yönetim sergileyememekte ve hala kendi kimliği içinden siyaset yapmaya devam etmektedir.
Sorun da buradadır.