Sıcaklıkların mevsim ortalamasının üzerinde seyrettiği bu güzel hafta sonunda sizleri X ve Y kromozomlarının yol açtığı sonuçlar ile ilgili olarak sıkmak istemiyorum. Ama olur da hâlâ bilmeyen varsa diye söyleyeyim, her birimizde 46 kromozom var, yarısı annemizden geldi, diğer yarısı babamızdan. İlk 22 çift kromozomun bugünkü konumuzla bir ilgisi yok. Cinsiyetimizi belirleyen 23. kromozom. Annelerimizden hep X kromozomu geliyor, babalarımızdan Y kromozomu gelirse erkek oluyoruz, X kromozomu gelirse kız.
Bu durumda kız çocuğu beklediği halde bir türlü kız çocuk sahibi olamayan annelerin, eşlerine kızmaları doğru olmaz. Nasıl ki tersi çok ayıplanması gereken bir davranış ise bu da öyle bir tutum olur. Dünya Kupası maçları başladığından beri evlerin çoğunda "yine mi maç var" sözlerinin yankılandığını biliyorum. Onun için tekrarlayayım, bu hafta bu köşede maç yok ama maç geyiği var. Bu XY birleşmesinin doğurduğu bir sonuç ve kökenleri bebekliğimize kadar gidiyor olmalı.
Erkeklerin "yuvarlak şeylerden hoşlanmaları" konusunu getirip buraya bağlayacak değilim ama böyle düşünenlerin sayısı hiç az değil. George Best diye zamane gençlerinin tanımadıkları müthiş bir İngiliz futbolcu vardı. Futbol yetenekleriyle olduğu kadar yakışıklılığıyla da maruftu, bugünün Ronaldo'su ya da daha yakın geçmişin David Beckham'ı gibi! Onlardan farkı espri yeteneğine de sahip olmasıydı, Ronaldo gibi robotik bir hâli de yoktu, Beckham gibi "hanım köylü" havası da.
"George Best futbol öğretiyor" ismini taşıyan bir mizah kitabı vardı, Erkekçe'nin ilk yılında tefrika etmiştik. Best o kitabında futbol ile ilgili temel kavramları açıklarken fotoğraflarda, futbol topu yerine başka yuvarlaklar kullanmıştı. Kalçalar, memelerden oluşan yuvarlaklar. Erkeklerin futbol sevgisinin bundan kaynaklandığını şakayla karışık söylüyordu ancak bu, futbolu seven kadınların durumunu açıklamaya da yetmiyor. Nitekim bir futbol terimi olan "frikik" kelimesinin, argoya yerleşmesi de böyle bir cinsiyetçi bakışın sonucu sayılmalı.
Her neyse, biz işimize bakalım. Futbol maçı izlerken tarafsız ve duygusuz kalamazsınız. Çünkü futbolu seyrederken oynayan iki takımdan birisini tutmuyorsanız seyrettiğiniz şeyden bir zevk alamazsınız. Bu yüzden televizyonda, stadyumda, hatta sokak arasında, arsalarda oynanan maçları bile seyrederken futbolseverler iki takımdan birini seçerler.
Hangi etkenin bir futbolseverin hiç tanımadığı, belki de maçını çıplak gözle hiç seyretmediği bir takımı tutmasına yol açtığını bilmek çok zor. Kimi zaman renkler, kimi zaman bir oyuncunun tarzı, kimi zaman siyasi görüşler (evet siyasi görüşler) ikinci, hatta üçüncü bir takımı tutmamıza yol açabiliyor.
Kendimden örnek vermem gerekirse Fenerbahçeli olduğum için forması sarı-lacivert diye Boca Juniors'u da Brezilya Milli Takımı'nı da tutuyorum. Falanjistlerin Real Madrid'ine karşı Cumhuriyetçilerin Atletico'sunu, üzerinde "Demokrasi" yazan formasıyla sahaya çıkarak Brezilya'daki askeri cuntayı sinirden çatlatan Dr. Sokrates'in takımı Corinthians'ı tutarım. Fenerbahçe'ye karşı oynamadıkları zaman Büyük Altay'ı ve Antalyaspor'u da tutarım.
Dünya Kupası maçlarını izlerken de iki takımdan birini tutarım, tutma nedenlerimi yazsam uzun bir liste olabilir. Ama serde solculuk olunca bütün bunların hepsi tek bir nedene indirgenebiliyor: Ezilenlerin yanında olmak! (Önemli not: "Solcu" denilince gözünüzün önünde Deniz Baykal canlanıyorsa, bu yazıyı okumayı burada bırakmanızı öneririm. Çünkü Deniz Baykal'ı solcu zanneden sağcıları görünce beni bir gülme alıyor, kendime engel olamıyorum.) Zaten çocukken, kovboy filmlerini izlerken de Kızılderilileri tutardım ama hep kaybederdik!
Bir tuhaf durum aslına bakarsanız. Geçen gün Brezilya ile İsviçre arasındaki maçı izliyordum. Normal olarak Brezilya'yı tutmam gerekir ama bakıyorum İsviçre Milli Takımı ezilenlerin bir karması gibi duruyor. Teknik Direktör Murat Yakın hem bir göçmen işçi çocuğu, hem eski Fenerbahçeli. Oyuncuların çoğu İsviçre dağlarında kayak yaparken yanmadıkları açıkça belli olan gençler. Belli ki hepsi İsviçre'ye zorunluluklar nedeniyle göç etmiş, vatanından uzakta zor işlerde çalıştırılmış anne-babaların çocukları. Sahip oldukları yetenekler ve yerli akranlarından daha çok çabaladıkları için oradalar. O çocukların o formayı giyene kadar neler çektiğini de tahmin edebilirsiniz. Stadyumlarda, kendi kulüplerinde, okullarında bile ırkçılığın her türlüsüne maruz kaldılar.
Sadece İsviçre mi? Kuzey Avrupa takımlarında bile varlar. Mesela Fransa, onlar olmasaydı averaj takımı olurdu, Dünya Kupası'na katılması mümkün olmayabilirdi. Öte yandan her ulus, futbolu kendi karakterine göre oynar. Brezilyalılar, Brezilyalı gibi oynarlar. Favelaların çıplak ayaklı çocukları, kumsallarda samba davullarının ritmini kalplerinin içinde hissederek yetişirler ve oynarken de o ritme ayak uydururlar. "Joga bonito" (güzel oyun) asıl amaçtır.
İngiliz milli takımında "İngiliz İngiliz" kaç kişi var ama yine de "İngilizler gibi" oynayabiliyorlar. Her şey planlıdır. Kanatlardaki oyuncular uzun paslarını dışarıdan bakıldığında ezbere atıyormuş gibi görünürler ama topun gittiği yerde bir arkadaşlarının mutlaka olacağını da bilirler. Almanlar da kendileri gibi oynarlar. Takımda başka kökenlerden gelen oyuncular da var ama günlük Alman yaşamına damgasını vuran disiplin ve düzen, futbolcuları bir makinenin görevlerini hiçbir zaman sorgulamayan dişlileri haline getirir.
Övünmek gibi olmasın ama biz Türkler de Türk gibi oynarız. Kararlı olmayan bir inatçılık, büyük işler başarmaya yönelik hevesin oyuncuyu kendi kapasitesinin üzerine çıkaran etkisi, buna karşılık çabuk bozulan moraller, oyunun baştan bilinen kurallarına oyun içinde itiraz ve "takım" olunamadığı için basit bireysel hatalarla kaybedilen maçlar. Amerikan argosunda "Turk" kelimesinin, "takımın en kötü oyuncusu" anlamına geldiğini bilmiyorum, biliyor muydunuz?
Futbolla uzak ya da yakın ilgilenen herkesin bir tek ortak düşmanı vardır: Hakemler! Onlar futbolun günah keçisidirler. Topa vuramayan oyuncu onları suçlar. Takımı kaybeden taraftar için tek sorumlu her zaman hakemdir.
Teknik direktörler için de suçu bir başkasının üzerine atmak gerektiğinde iyi bir adrestirler. Ama buna rağmen üstelik de tahsilli, terbiyeli, iş güç sahibi birçok insan hakem olmak için yanıp tutuşur.
Rahmetli Kurthan Fişek Hocam bir zamanlar ünlü bir hakemle röportaj yapmış, binlerce kişiden küfür işitmek için sahaya çıkmanın ne gibi eğlenceli bir yönü olabileceğini sormuştu. Cevap gerçekten ilginçti. O ünlü hakem için önemli olan "iktidar" duygusuydu. Millet adına hüküm veren mahkemelerin yargıçlarının kararları bile temyiz edilebiliyor, hakem kararları temyiz edilemiyordu.
Sahadaki durum hiçbir muhalefete imkân vermiyordu. Sadece bir diktatörün yapabileceği şekilde kendi görüş açısından kararını veriyor, taraftarlar, oyuncular ve teknik direktörler çatlasalar da patlasalar da o karar uygulanıyordu. Gerçi VAR çıktığından beri bu iktidarı bilgisayar programcılarıyla paylaşıyorlar ama yine de düdük onların elinde.
Futbola uzak olanlara garip gelecek belki ama sahada en çok koşan ve en çok yorulan insan da hakemdir. Oyuncular oynadıkları mevkideki pozisyona göre maçın bazı bölümlerinde koşmazlar; yerlerinde dururlar ya da yürürler.
Oysa hakem her zaman topa yakın olmak zorundadır. O yüzden bir o kaleye, bir bu kaleye koşturup durur. Ama en anlaşılmaz şey yan hakemlerin durumudur. Onların tek görevi vardır; bir çizgi boyunca yukarı-aşağı koşmak. Aynı anda hem en gerideki defans oyuncusunu izlemeleri, hem de öbür yarı sahadan atılan uzun bir topa vurulduğu anı görmeleri gerekir. Kafalarının yan taraflarında da gözleri olmadığı için çoğu zaman 'hatalı 'ofsayt kararları verirler ve orta hakem dahil herkesin düşmanlığını üzerlerine çekerler. Üstelik konumları gereği seyircinin hemen önündedirler, kulaklarının dibinde edilen küfürlere ve kafalarına atılan ıvır zıvıra katlanmak zorundadırlar.
Bu küfürler çocukluğumuzda 'hakemin gözüne gözlük' çığlıklarından ileri gitmezdi, ama günümüzün hiç de yaratıcı olmayan küfürleri, eski bir açık tribün seyircisi olarak benim bile yüzümü kızartıyor. Ve en önemli bilgiyi sona sakladım.
Futbol dünyasının asıl önemli karakterleri taraftarlardır arkadaşlar. Futbol takımları, bizlerin stadyumda ya da televizyonun karşısında yaptığımız "büyüler" sayesinde kazanır ya da kaybederler. Kimin totemi daha güçlüyse, onun takımı şampiyon olur.
Futbolcular, teknik direktörler filan takımı kendileri şampiyon yaptıklarını zannederler ama emin olun bizlerin totemlerimiz olmasa hepsi sıfır puanla küme düşer.
Ersin Salman ile "Denenmiş ve Garantili Taraftar Büyüleri" başlıklı bir kitap yazmayı tasarlamıştık ama sonra vazgeçtik. Bu büyüleri öğrenecek rakip taraftarların Fenerbahçe maçlarında onları kullanma olasılıklarını göze alamazdık!
Mesela bir Condoleezza Rice büyümüz var, onu zamanında yaptığımda kimse Fenerbahçe'ye penaltı golü atamazdı. Büyüleri ben yaptım, Rüştü ile Volkan kahraman oldu!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |