Osman Ulagay, "Aklınla Uçur Beni" (Milliyet Yayınları, 1997) isimli kitabında John Adams’ın bestelediği bir operadan söz ediyor. Sahnedeki yedi genç, Los Angeles depreminin yaşamlarını ve dünyaya bakışlarını nasıl değiştirdiğini operada şu sözlerle anlatıyorlardı: "Tavana bakıyordum ve birden gökyüzünü gördüm!"
Operanın yazarı, depremin insanların ufuklarını sınırlayan "tavan"ı nasıl yıktığını, ve gerçekte "gökyüzünün" nasıl olduğunu gösterdiğini anlatıyordu.
Artık hiçbir şey eskiden bildikleri gibi olmayacaktı: Aşkları, yaşamları, dünyaya bakışları vs. Elazığ depreminin ardından yakın çevremde ve okuyucu e-postalarından yansıyan havaya bakınca bu oyunu hatırladım.
Acaba, birdenbire gökyüzünü görmüş olabilir miyiz?
Vergilerimizin boşa harcandığını, depreme hazırlık yapmak için yöneticilerimizin bugüne kadar kıllarını bile kıpırdatmadıklarını, tek dertlerinin "kutsal iktidarlarını korumak" olduğunu...
Bu tepki ne kadar sürer, bütün ülkedeki insanlar aynı tepkiyi veriyorlar mı, bilemiyorum elbette.
Bunu ancak üç beş ay sonra yapılacak araştırmaların sonuçlarına bakarak görebileceğiz.
Ancak şurası kesin ki iktidar için önemli olan hala "algının iyi olması"!
"Algı" yaratma işinde kendilerini başarılı olarak görüyorlar ve iyi algı yaratarak, yolunda gitmeyen işlerin üstünü örtebileceklerini hesaplıyorlar.
Elazığ depreminin gelmekte olduğunu, neredeyse gerçekleşeceği tam nokta ile tahmin eden bilim insanlarının sözlerinin artık yabana atılamayacağını herkes görmüş olmalı.
Ve aynı bilim insanları İstanbul depreminin de artık eli kulağında olduğunu söylüyorlar.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, geçtiğimiz Aralık ayının başında düzenlediği "deprem çalıştayında" Deprem Güçlendirme Derneği Başkanı Sinan Türkkan bir konuşma yapmıştı.
İstanbul’daki riskli 2 milyon binanın en az yarısının, güçlendirme çalışmasıyla depreme dayanıklı hale getirilebileceğini söylüyor.
Türkkan, "Yeniden yapımla gerçekleştirilen kentsel dönüşüm yaklaşık 18 ay, güçlendirme ile kentsel dönüşüm 6-8 ay kadardır. Güçlendirme yapılması düşünülen binanın maliyeti, yıkıp yapma maliyetinin yaklaşık 1/3’üne denk gelmektedir. Binanın yıkılıp yeniden yapılmasında müteahhit payı da araya girdiğinden, mevcut konutlarda ciddi alan kayıpları oluşmuş, yaşanamayacak küçüklükte pek çok yapı ortaya çıkmıştır" diye anlatıyor.
Yıkılıp yeniden yapılan binalarda KDV’nin yüzde 1, buna karşılık güçlendirme projelerinde KDV’nin yüzde 18 olduğuna dikkat çekiyor.
Mevzuattan kaynaklanan zorluklara işaret ediyor.
Ve en önemli soruna da dikkat çekiyor: Vatandaşın, bu güçlendirme işi için gerekli finansmanı sağlamasında zorluklar var!
Cumhurbaşkanı, New York’ta BM İklim Zirvesi’nde, Suriyeli sığınmacılar için güvenli bölge oluşturularak ve 23 milyar euro harcanarak 200 bin konutluk köyler, kasabalar inşa edeceğini söylemişti.
Bu parayı "göçmen korkusuyla gönüllü olacak" devletlerden bekliyordu ama "onlar vermezse biz kendi imkanlarımızla da yaparız" demeyi de ihmal etmemişti.
Öyle görünüyor ki bu paranın dörtte birine İstanbul’u depreme hazır hale getirmek, en azından "yassı kadayıf gibi yıkılacağı öngörülen" 50 bin konutu yeniden yapmak ya da güçlendirmek mümkün olabilecek.
Yaptıkları inşaatları satamayan müteahhitleri kurtarmak için Varlık Fonu’ndan 2 milyar liraya yakın para harcandı.
Satılamayan otomobiller satılsın diye, kamu bankalarından ucuz krediler dağıtıldı.
Deprem güçlendirmesi için vatandaşın ihtiyaç duyduğu parayı, düşük faizle ya da faizsiz olarak vermek aklına gelmiyor ama.
Cumhurbaşkanı harekete geçmek için neyi bekliyor?
Yoksa sahtekar tarikat şeyhlerinin bir üfürükle İstanbul’un üzerine gelen depremi, başka yerlere gönderebileceğine mi güveniyor?
Dün ben de yazmıştım, depremzedeler için 73 milyon lira bağış toplamayı başaran Acun Ilıcalı, kampanyaya bağışta bulunarak katılan İçişleri Bakanı’na şöyle demişti:
"Sizden bir ricam var. Kampanyadaki önemli miktarı, ki sizin bazı şeyleri yapacağınızdan asla bir şüphem yok ama, depremzedelerin şartlarının daha iyi olmasına kullanılmasını rica ediyoruz."
Ilıcalı, bu sözleri üzerine yapılan yorumlardan, artık nasıl oluyorsa "rahatsızlık duymuş".
Ve şu mesajı sosyal medya uzayına bırakmış:
"Pazar akşamı ülkece çok anlamlı bir kampanyayı hayata geçirdik. Böyle anlamlı bir gecede paylaşılan bu kadar güzellik varken, yayınımıza bağlanan İçişleri Bakanımız Sayın Süleyman Soylu ile yaptığımız konuşmamıza başka anlamlar yüklenmesini şaşkınlıkla karşılıyorum."
Şunu söyleyeyim: Acun Ilıcalı’nın bu yaptığına hiç şaşırmadım.
Ilıcalı, bir vatandaş olarak toplanan yardımın yerine ulaştırılmasını garanti altına almak istedi.
Çünkü biliyor ki bu paraların bir bölümü, ihtiyaç sahiplerine varana kadar uçup gidiyor.
Örnekler de taze. 15 Temmuz ve Beşiktaş terör saldırısı şehit ve gazileri için toplanan paralar hâlâ ortada yok.
Öte yandan Ilıcalı, akıllı bir insan olarak Türkiye’nin nasıl bir rejim altında olduğunun da bilincinde.
Biliyor ki iktidar mensuplarını kızdırırsa, başına olmadık işler açılabilir.
Hapse girmez bu yüzden elbette ama vergi memurlarının üzerine gelmesinden tutun da şimdiden öngörebilmenin zor olduğu bir çok sorun yaratabilirler.
Çünkü bunun örneklerini daha önce verdiler ve iş dünyasını böylece sindirmeyi başardılar.
Rejimin adalet sistemine de güvenmek mümkün değil, onu da herkes gibi Acun Ilıcalı da görüyor.
Onun için "sözlerine başka anlamlar yüklenmesine şaşırıyor."
Vatandaşlar da elbette Acun Ilıcalı’nın şaşırmasına şaşırıyordur çünkü söylediği sözün anlamı çok açık.
Ama ben şaşırmıyorum. Erdoğan rejiminde, doğru söyleyenin başına yanlış işler açılabileceğini biliyorum çünkü.
Onun için kimse Ilıcalı’yı "tırstı" diye suçlamasın.
Suçlanacak olan, Türkiye’yi böyle bir rejim altına sokanlardır.