Avrupalılar Amerika’yı keşfettiklerinde sadece yeni bir kıta keşfetmediler.
Onları şaşkınlığa düşüren ve telaşa kapılmalarına neden olan bir şey daha keşfettiler: Orada yaşayan insanlar.
Neydi bu demirin ne olduğunu bilmeyen, kitapsız, şehirleri olmayan, Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in adını duymamış yeni dünya insanları?
Bir defa, insan mıydılar? Çıplak dolaşıyorlar bazen birbirlerini yiyorlardı. Kadın erkek ilişkileri, cinsel âdetler, ahlak anlayışları değişikti.
İnsan değil de insana benzeyen bir hayvan türü olabilir miydiler?
İsa’nın ve diğer peygamberlerin öğretileri neden onlara ulaşmamıştı?
İsa’nın ve diğer peygamberlerin öğretileri neden onlara ulaşmamıştı?
Vaftiz olmadıklarına göre insan sayılabilir miydiler? “Medeni” olmadıklarına göre onlara medeniyetin yasaları uygulanmalı mıydı? İnsan haklarına sahip oldukları söylenebilir miydi?
Bu sorular Avrupa’da yıllarca tartışıldı.
Kolomb ve adamları, Amerika Kıtası’nın yerlilerini ilk defa 1492’de – İstanbul’un fethinden 39 yıl sonra – Bahamalar’ın da içinde bulunduğu takımadalarına demir attıklarında gördüler.
Kanuni’nin tahta çıktığı yıl, 1520’de, İspanyollar şimdi Mexico City’nin bulunduğu Tenochtitlan’a vardıklarında, bu defa basit insanlarla değil şehirler, piramit şeklinde tapınaklar, insan kurban edilen ritüeller ve baş döndüren altın ziynet eşyalarına sahip bir uygarlıkla karşılaştılar.
Bu “ilkel” kadın ve erkekler Adem’in soyundan mı geliyorlardı yoksa insan kılığında bir hayvan türü müydüler?
Öyleyse, Adem’in asıl çocuklarının köleleri olarak kullanılabilir, onlar için çalışabilirlerdi.
Amerika’nın ilk sömürgecileri olan İspanyolların ve Portekizlilerin en çok bu anlayış işlerine geldiği için yerlileri köle olarak kullandılar. Korkunç koşullar altında altın madenlerinde, tarlalarda, daha sonra şeker kamışı plantasyonlarında çalıştırdılar.
Ve soylarını tükettiler. Aşırı çalıştırılmak ve Avrupa’dan ithal hastalıklar yüzünden sömürgecilerin karşısına çıkan yerlilerin hemen hemen hepsi birkaç nesil içinde dünyayı terk etti. Bugün o yerlilerin soyundan çok az insan var.
Yerliler, sayıları çok küçük olmasına rağmen dışarıdan gelenlere karşı kendilerini koruyamadılar. Karşı koyma refleksleri yoktu. Merakları korkularını yendi.
Aztekler İspanyolların tanrısal olduğunu düşünüyorlardı. At üzerindeki yabancıları insan başlı, dört ayaklı değişik bir yaratık sandılar. Denizden gelenlerin ölümsüz olduğuna inanıyorlardı. Bu yüzden İspanyollar ölülerini gizli gizli gömdüler.
İspanyol Hernán Cortés (1485 - 1547), bir avuç askerle bugünkü Meksika’da bulunan Aztek krallığını zapt etti ve yeni dünyanın belki de en büyük uygarlığını yağmalayıp yok etti.
Amerika ve Batı dediğimiz topluluk zenginliğini ve kısmen uygarlığını, büyük oranda, tarihte yaşanmış en bu en büyük soykırım ve soyguna borçludur
Onun ikinci dereceden kuzeni olan Francisco Pizarro da (1475 -1541) benzer gaddarlıkla Peru'daki İnka topraklarını ele geçirdi.
İspanya, Portekiz, Fransa, İngiltere, Hollanda, Prusya (bugünkü Almanya), Belçika ve On Sekizinci Yüzyıl’dan başlayarak Amerika Birleşik Devletleri kıtalara kıran getiren zalim devletlerin başında gelirler.
Amerika Kıtası’nın tamamı, Avustralya ve Yeni Zelanda, daha sonra Afrika ve Hindistan sömürgeciliğe kurban oldu. On Altıncı Yüzyıl’dan başlayarak, büyük küçük sayısız uygarlık ve yöreye özgü insan topluluğu, tamamen veya kısmen yok oldu.
Amerika ve Batı dediğimiz topluluk zenginliğini ve kısmen uygarlığını, büyük oranda, tarihte yaşanmış en bu en büyük soykırım ve soyguna borçludur.
Bu olgunun bugün Türkiye gibi geri kalmakta ısrarlı ülkeler için taşıdığı ders; son kertede, teknolojik olarak geri kalmış ülkelerin teknolojide ilerlemiş bir güç karşısında, kazanma şanslarının olmadığıdır.
NOT: Konuyla ilgilenenler 1341’de Kanarya Adaları’nın keşfinden başlayarak Atlantik Dünyası’na Avrupalıların girişini Türkçe çevirisi olmayan şu kitaptan okuyabilirler: The Discovery of Mankind (İnsanoğlunun Keşfi) / David Abulafia