Tayyip Erdoğan birkaç yıl önce siyasi idealini gerçekleştirdi ve "tek-adam" yönetimi düzenini referandumla kabul ettirdi. Bu olaydan beri Türkiye'de yürürlükte olan sistem (aslında "sistem" demek yanlış; "sistemsizlik" kelimesi durumu daha iyi anlatır) dünyanın herhangi bir yerinde benzeri olan bir şey değil. Belki Suudi Krallığı ya da Emirlikler gibi Müslüman-Arap dünyasında varolan düzenlere benzetilebilir. Bu da, Tayyip Erdoğan'ın inanç dünyası düşünüldüğünde şaşırtıcı bir şey değil. Bugünün "yurt ve dünya" koşullarında "Hilafet" diye adlandırabileceğimiz bir düzene en yakın yönetim şekli: her şeyi herkesten iyi bilen bir "önder" var, o bakıyor, görüyor, anlıyor ve ne yapılması gerektiğini zaten o biliyor. Onun için emrediyor ve emir yerine getiriliyor. Örneğin, "Bizden olmayan birinin İstanbul gibi bir kentin Belediye Başkanı olması iyi bir şey değildir" diyor. Derhal gereği yapılıyor. Değişen çağ, değişen dünya bazı can sıkıcı "formalite" kuralları getirmiş: Hani, şefin iradesinin yerine getirilmesi için de yok dava açılacak, yok yargıç karar verecek türünden gereksiz kurallar konmuş. Ama şükürler olsun bunları aşmanın yöntemleri de bulunabiliyor. Erdoğan, yargıyı kendi istediği şekilde yeniden düzenleyerek bu yöntemleri büyük ölçüde gerçekleştirdi.
Tayyip Erdoğan kendi yetkilerini böylece alışılmadık ölçülerde genişletirken "Bu kadarı da olmaz" diyenlerin sayısını da artırdı. Bir kısım insan zaten başından beri Tayyip Erdoğan rejimine muhalifti ama onun bu pervasızlığı onunla birlikte epey yol yürümüş bazı AKP'lileri de örgütlü muhalefete itti. Sonuçta, çeşitli görüşleri olan, ama Erdoğan rejiminin bu ülke için bir felaket olduğu konusunda büyük ölçüde birlikte düşünen siyasi hareketleri birleştiren "Altılı Masa" ortaya çıktı. Böylece, yaklaşan seçim öncesinde Türkiye iki kampa bölünmüş oldu: bu öyle sol ya da sağdan hangisinden yanayım seçimi olmayı aştı. İslam/Laisizm ayrımını bile geri plana itti. "Tek-adam yönetimi" mi iyidir, yöneten iradenin yapısının "çoklu" olması mı iyidir, tercihine dayandı. "Kuvvetler Ayrılığı/Kuvvetler Birliği" ikileminde hangi ucu kendimize uygun buluyoruz?
Bütün dünya deneyimi bu iki uçtan "Kuvvetler Ayrılığı" ilkesinin demokrasiye evrilecek kanalı açtığını gösterir. Türkiye'nin tarihi deneyimi de bu genel ilkeyle çelişmez. Bizim geldiğimiz kök, Osmanlı "İmparatorluğu". Bu elbette "Kuvvetlerin Birliği" demek. Bir Batı icadı olan "demokrasi" bizim sınırlarımıza da dayanıp böyle konular tartışılır, talep edilir hale gelince, egemen sınıflar da yönetimde pay sahibi olmak istediler ve monarşinin "meşruti" olanı, yani "anayasalı" bir padişahlık talep edilir oldu. Bu oldukça uzun süreç içinde bir "Kuvvetler Ayrılığı" izi görüyorsak, bu sistemi uygulayalım diye bir anlaşmaya varıldığı için değil, bazı iktidarların gücü "öbür" tarafı yok etmeye yetmediği içindir. Sonuç olarak, Türkiye'nin tarihinde "Kuvvetler Ayrılığı" ilkesinin gerçek bir anlamda varolduğunu, kök saldığını söyleyemeyiz. Padişahlığı yıkıp cumhuriyet rejimini kuran Mustafa Kemal'in de bu ilke hakkında olumlu bir görüşü yoktu. Olan kuvveti "ayırmanın" bir çılgınlık olduğunu düşünüyordu. Onun ya da yeni kurulan rejimin belirleyici konumlarına yerleşmiş kadroların bir "diktatörlüğün" zorunlu olduğu konusunda şüphesi olmadı.
Atatürk'ün ölümü CHP'nin bu görüşlerini ya da üslubunu değiştirmedi. "Tek-parti" rejimi bütün hışmıyla devam etti. Buna karşı biçimlenmeye başlayan muhalefet de "Demokrat" adını benimseyerek topluma başka bir yolun mümkün olduğunu ve kendilerinin bu yolu açacağını vaat etti. Sonuçları biliyoruz. Demokrat Parti, iktidarı uzadıkça, kendi diktatörlüğünü kurdu. Bu sultayı bitiren 27 Mayıs "darbeli parlemanter" sistemini getirdi; 12 Mart'ı ve 12 Eylül'ü yaşadık. Özellikle ikincisi büyük tahribat yaptı, kalıcı hasar yarattı. 12 Eylül anayasasının hâlâ hayatımızda belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Ama şimdi AKP ve Tayyip Erdoğan devrinin içindeyiz ve bunun şimdiye kadar içinden geçtiğimiz rejimler arasında en boğucu olanı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Somut tarih böyle biçimlendiyse, bu tarihi yaşayan toplumun Kuvvetler Ayrılığı gibi, demokratik bir siyasete özgü kurumlarla haşır neşir olduğunu söylemenin imkanı olamaz. Toplumun "seçkinler" dışında kalan kesimlerinin zihninde zaten "katılım" filan gibi özlem ve talepleri yok. Toplum yönetimde söz sahibi olmayı değil, kendisine "iyi" gelecek bir tarzda "yönetilmeyi" bekliyor. Böyle olunca da, yöneten "tek" kişi midir, "çok" kişi midir, bu önemli bir konu olmaktan çıkıyor. Hatta bu konuda anket yapılsa, "tek-adam" sisteminin daha iyi olduğu sonucunun çıkması da şaşırtıcı olmaz. Çünkü bu yöneten iradenin tercih ettiği yöntem ki "yönetilenler" böyle konularda yönetenlerden farklı fikirler üretmeye alışık değiller. "Çabuk karar" verebilen, "daha etkili" bir yönetim olacağını söyleyeceklerdir. Zaten bu tekrar tekrar söylenmiş bir sözdür. "Bize eli sopalı bir yönetici lazım" sözü de bu ülkede kim bilir kaç kere tekrar edilmiştir. Bu sopa edebiyatı yapanlar şüphesiz sopanın kendilerine karşı kullanılmasını savunmuyorlardır. Sopa, kendileri gibi düşüneceğine inandıkları "iyi yönetici"nin kendileri gibi düşünmediğini bildikleri toplum kesimlerine karşı kullanacakları "terbiye" aracıdır.
Bir imparatorluktan geliyor olmak, hemen hemen her zaman, "çoğul" yapıda bir toplumu öngerektirir. Türkiye de, o imparatorluktan bayağı bayağı uzaklaşmış olmasına rağmen, onun etnik, dini bakımlardan heterojen yapısının belirli bir kısmını hâlâ yaşayan bir toplumdur. Bu, paradoksal bir yapılaşmaya yol açar: çoğul bir oluşum üstünde "tekçi" ideolojiler. Çoğul ve tekçi birbiriyle çelişen kavramlar olmakla birlikte, fiili gerçeklik düzeyde bunlar birbirine bağlı ve bağımlıdır; Birinin varlığı öbürünün varlığını kaçınılmazlaştırır -demokrasi kültürüne geçmeyi başaramamış toplumlarda. Aslında, başarmış olan örneklerde bile (örneğin Britanya'da) bütün sorunların çözüldüğü görülmemiştir.
Dolayısıyla, Türkiye toplumunun, önümüzdeki seçimde Erdoğan'a yeniden oy vermesi şaşırtıcı olmazdı -Erdoğan bu ekonomik durumu yaratmış olmasaydı. Tayyip Erdoğan bir "tek-adam" olarak hukuku yerle bir etmiş olabilir. Ülkede çok yüksek sayıda kişi tamamen hukuk dışı gerekçelerle hapiste yatırılıyor olabilir. Ama bunlar belirttiğim durumu değiştirmeyebilirdi. Gel gör ki, "tek-adam ekonomisi" insanların iflahını kesti. Böyle olunca da Türkiye toplumunun bu iktidara "güle güle" demesi pekala mümkün, hatta "beklenir" duruma geldi. Muhalefet, başta HDP konusundaki acayip tavrı, şimdiye kadar yeterince yanlış, yetersiz (v.b.) iş yaptı. Gene de, bana muhalefetin seçimi kazanması daha büyük ihtimal olarak görünüyor. Umarım yanılmıyorumdur.
Ve muhalefet kazanırsa, bu olay, sahici bir demokratikleşmeye giden bir yol açabilir, diye düşünüyorum. Çünkü bu, diktatoryal bir yönetimi bizzat halkın kendisinin başından def ettiği anlamında bir olay olacaktır. Bu bakımdan bir "ilk" olacaktır. Bir şeyin "ilki" oluyorsa, arkasının gelmesi ihtimali de açıktır.
Murat Belge kimdir? 16 Mart 1943'te Ankara'da doğdu. İngiliz Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Aynı bölümde asistanlık ve doktora yaptı. 1969'da İngiltere'deki Sussex Üniversitesi'nde araştırmacı olarak bulundu. Christopher Caudwell ve Marksist estetik konulu teziyle 1980'de doçent oldu. Genç yaşlarda yaptığı William Faulkner ve James Joyce çevirilerinin yanı sıra 1964'ten itibaren Yeni Dergi, Papirüs gibi dergilerde çıkan eleştirileri, yorum yazılarıyla tanındı. Namık Kemal, Behçet Necatigil gibi yazarlar üstüne incelemeler yaptı. 1970'te Halkın Dostları Dergisi'nin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan darbe döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974'te üniversiteye döndü. 1975'te Birikim dergisini kurdu. 1981'de YÖK'ün kuruluşunun ardından üniversiteden istifa etti. 1983'te İletişim Yayınları'nı kurdu, 1984'te Yeni Gündem dergisini çıkartmaya başladı. Denemelerini Tarihten Güncelliğe (1983), 12 Yıl Sonra 12 Eylül (1992), Edebiyat Üstüne Yazılar (1994) kitaplarında topladı. 1980'lerde Sadık Özben mahlasıyla düzenli olarak mizah yazıları yazdı. 1991'de Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türkiye şubesini kurdu. 1997'de profesör oldu; 1995'ten bu yana Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Marksist estetikten militarizme, edebiyattan yemek kültürüne, Osmanlı ve İstanbul tarihine dek birçok farklı alanda 26 tane kitabı ve çok sayıda makalesi yayımlandı. Halkın Dostları, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sanat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal, Taraf gazetelerinde yazdı. Hale Soygazi ile evli. Kitapları - Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; İletişim, 1997) - Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989) - Marksist Estetik (BFS, 1989; Birikim, 1997) - The Blue Cruise (Boyut, 1991) - Türkiye Dünyanın Neresinde (Birikim, 1992) - 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992) - İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; İletişim, 2007) - Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? (Birikim, 1995) - Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar (İletişim, 1997) - Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; İletişim, 1998) - Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001), - Başka Kentler, Başka Denizler 1 (İletişim, 2002) - Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu: Türkiye ve Avrupa Birliği (Birikim, 2003) - Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bilgi Üniversitesi, 2006) - Başka Kentler Başka Denizler 2 (İletişim, 2007) - Genesis: "Büyük Ulusal Anlatı" ve Türklerin Kökeni (İletişim, 2008) - Sanat ve Edebiyat Yazıları (İletişim, 2009) - Balkan Literatures in the Era of Nationalism (Jale Parla ile birlikte, 2009) - Sadık Özben'in Toplu Eserleri (Helikopter, 2010) - Başka Kentler, Başka Denizler 3 (İletişim, 2011) - Edebiyatta Ermeniler (İletişim, 2013) - Başka Kentler, Başka Denizler 4 (İletişim, 2014) - Militarist Modernleşme-Almanya, Japonya ve Türkiye (İletişim, 2014) - Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik (Agora, 2006; Berat Günçıkan ile söyleşi) - Step ve Bozkır - Rusça ve Türkçe Edebiyatta Doğu-Batı Sorunu ve Kültür (2016) - Şairaneden Şiirsele / Türkiye'de Modern Şiir (İletişim, 2018) - “Siz isterseniz…” – Popülizm Üzerine Yazılar (İletişim, 2018) - Sanat ve Edebiyat Yazıları II (İletişim, 2019) Çevirileri - Hegel Üstüne: W.T. Stace - Martin Chuzlewitt: Charles Dickens - Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı, Ayı: William Faulkner - Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi: James Joyce - Arabadakiler, Patrick White - 1844 Elyazmaları: Karl Marx - Bir Zamanlar Europa'da, Leylak ve Bayrak: John Berger - Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla: Leo Huberman - Yazıcı Bartleby: Herman Melville - Kayıp Kız: David Herbert Lawrence - Yurtsuzların Ülkesi: Dugmore Boetie - Lenin ve Felsefe: Louis Althusser (Bülent Aksoy ve Erol Tulpar ile birlikte) - Yanya Sultanı – Tepedelenli Ali Paşa: William Plomer |