Epey rahatsız edici bir başlık seçtiğimin farkındayım.
Bunu yapmamın kendimce makul sebepleri var.
Hazırsanız başlayalım.
Geçtiğimiz hafta iki 'korkunç' gündemi de hızla öğüttük.
Biri kendinden yaşça büyük, evli erkek tarafından istismar edilen genç kadının ulusal bir kanalın canlı yayınında 'ahlak dersi' tadında her tür hakkının gasbedilip, mağduriyetinin üzerinde tepinilmesiydi.
Kan donduran bu olay sosyal medyada gündem olunca olayın 'sözel faili', programın sunucusu Esra Erol "Ben kızlarımız bu adamların tuzağına düşmesin diye… Ben okusunlar diye..." tarzında başlayan ve devam eden bir savunu yaptı.
Oysa tek yapılması gereken özür ve özeleştiriydi.
Olmadı öyle bir şey tabii…
"Genç bir hemcinsimi mağduriyetiyle ezmeye kalktım, kendimi üstte pozisyonladım ve ona yukarıdan bir ders vermeye kalktım. A dan Z'ye hatalıydım, kişilik haklarına saldırdığım bu arkadaşımdan özür dilerim." denecekken Esra Erol istismar edilmiş bir gence "Kardeşim yapmasınlar bu hataları…" demenin hâlâ ve ısrarla yaptığının normal, daha da kötüsü yapıcı ve iyi hamleler olduğunu savundu.
Aslında toplumun çoğunluğunun yapacağı şeyi yaptı.
Yani ekranların en çok izlenen programlardan birinin sunucusu, içinde bulunduğu toplumun tek bir kareyle fotoğrafını çekti, elimize tutuşturdu.
Bizler, bir avuç insan yine kalakaldık…
Bir diğer yüz kızartıcı, iç ürpertici, endişe verici gelişme ülkenin ana akımında yayın yapan programcılarından çok daha yükseklerinden, siyasi iktidardan geldi.
Hepiniz biliyorsunuz, izlediniz; el kadar çocuğa öfke, kin ve nefret haykırtarak onu bir propaganda aracı olarak kullandılar.
Bilimum gelişmiş toplumun insan hakları suçu sayacağı ihlaller yapılmış, koca adamlar oğlan çocuğunun 'sırtını sıvazlamış' ona 'adam olacak çocuk' muamelesi yapmışlardı.
Bu muameleyi bilimde, eğitimde, sosyal bir gelişimde yapılmış bir hamleden dolayı değil 'diğer rakibe' hakaret ettiği için almıştır, geleceği şekillendirecek neslin bir parçası olan o çocuk.
O öfkeli çocuğun 'sırtını sıvazlayarak' nerelere kadar götürebileceklerini çok iyi bilen bir toplumun , bu durum karşısında 'helal be yavruya' demesi imkânsızdır normal şartlarda. Bakın imkânsız diyorum.
Bu imkânsızlığın gündem olmasından sonra iktidarın yapabileceği tek hamle de özür ve özeleştiriydi.
Söylenebilecek tek şey "Siyasi hırslara yenik düştük, bir anlık zaaflara yenildik. Özür diliyoruz, bir çocuğun dilinden asla duymak istemeyeceğimiz sözleri alkışladık hatalıyız"dı.
Elbette o da olmadı!
Onun yerine İçişleri Bakanı pozisyonundan "Ne çok rahatsız oldunuz ya çocuğun söylediklerinden, atalarımız ne demiş, çocuktan al haberi" görüşü geldi. Ülkenin en üst düzeyiyle o 'haykırtılan çocuk'un kol kola, sırt sıvazlamanın da ötesine geçen destek ve sevgi kareleri ortaya saçıldı…
Bizler, yine bir avuç insan ağzımız açık, tüylerimiz diken diken kalakaldık…
Toplumsal erozyon, kültürel yozlaşma filan gibi birçok adı, tanımı ve anlatım şekli var bu yaşananın, yaşadığımızın ya da izlemekte olduğumuzun mu desem, hangisi daha doğru olur bilemedim...
Ama hiçbir sözel anlatım, tez, üzerine yapılacak çalışma bu kadar netleyemezdi görüntüyü sanırım.
Başımıza gelen iktidar sorunu, 'iktidardan kurtulmak' kadar basit bir konu değildi…
Recep Tayyip Erdoğan'ın tahtından inmesiyle çözülebilecek sorunların çok çok daha ötesinde bir yerdeyiz.
Çocuk yaşta bir kadının başına gelenler için ondan özür dilemek gerekirken… O özürü boş yere beklemek, hatta mümkünse ona karşı toplumsal bir linç oluşmasını normal karşılamak kadar hiçbir şey, içinde bulunduğumuz durumu daha net gösteremezdi bize.
Sosyal medyalardan yayımlanan şiddeti gerçekleştirenlerin 'karısını dövme' veya 'köpeği öldürme' gibi 'gururlu' paylaşımlarının her gün biraz daha artması ve normalleşmesi…
Gün geçtikçe iyice kanıksanan şiddet ve kadınla çocuğun 'eziyet görmesi'nin toplumda neredeyse normal karşılanması…
Görüntü çok net evet…
Ve bu netliğin ortasında yazı yazmak inanın çok güç.
Çünkü güncel politik yazı yazmak; ortaya eleştirel bir bakış sunarak tartışma açmak, toplumsal bir farkındalığa minicik de olsa katkı sunmak istemektir aslında.
"Bir de buradan bakın" demek istemektir.
İyi de kime diyeceğiz bunu?
Zaten bir avuç insan birbirimize konuşup duruyoruz.
Hele 'bir avuç' içinden de fire verilince işte orada insan aklını kaçıracak gibi oluyor inanın, ne inanacaksınız çok iyi biliyorsunuz, hissediyorsunuz işte siz de.
Bakın geçen hafta İrfan Aktan solun tanınan isimlerinden Alper Taş'la bir söyleşi yapmıştı, okumadıysanız hâl bulun okuyun lütfen.
İnanın kalan birkaç kırıntı umudumu da yere atıp topuğuyla ezdi Alper Taş.
Şimdi Türkiye'de solun tarihi, fraksiyonlar arası uzlaşmazlık, sol ve milliyetçilik filan gibi uzun ve geçmişe yönelik hesaplaşmaları hiç konu etmek istemiyorum.
Ama bugünü konuşmak istiyorum.
Bugün nerede durduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini.
Ortaya ne koyduklarını!
Ülkenin içinde bulunduğu tüm koşullar ve geldiğimiz toplumsal, geri dönüşü zor bu çöküşün içinde birçoğumuzun gönlünde yatan o aslanın aslında hiç olmadığıyla karşılaşması çok yakıcı oluyor…
İktidar ne kadar istese de bu yakıcı öfkeyi yaratamaz mesela!
Tüm gerçeklikten kopmuş, hâlâ çabalayan muhalif birleşmelere "O benim şemsiyem altında toplansın, ben onun şemsiyesi altında toplanmayacağım" yanıtı verebilen, "Kürtler bizimle yürüse belki sorunları çözülebilir" diyerek 'abilik' taslayabilen…
"Biz herkesi kapsamak istemiyoruz ki… Bizim kapısını çalacağımız adresler bellidir, ideolojimizden ödün veremeyiz" deyip ortaya ideoloji adına, çözüm adına, gelecek perspektifi adına hiçbir somut vaat koyamayan…
Önce ben demekten vazgeçemeyen bir sol!
'Etnik üstünlük' ayıbını, kendisi üzerinde bugünlerde bile düşündürmüş bir sol…
Çok üzgünüm bu derece faş olmuş olunmasından…
Kimse kusura bakmasın ama sol ortaya koyduğu davranışlarla, bitmez tükenmez, yerine gelmeyecek şartları ve çözemediği çocukluk hastalıklarıyla sağın kopyası olmaktan öteye geçemezken o ezbere söylemler, sloganvari restler havada vızıltı!